SON DAKİKA

Keşan Haber
Keşan Gardenya Çiçekçilik

Batılılar’ın kahredici kahpeliği…

Batılılar’ın kahredici kahpeliği…
Bu haber 14 Mart 2016 - 17:15 'de eklendi ve 414 kez görüntülendi.

ilhan  Karaçay bildiriyor…

 

Haçlı ruhu genlerine öylesine işlenmiş ki, dünyada eşi görülmemiş insanlık yardımımıza bile değer vermiyorlar ve bir de aşağılıyorlar.

Çok yazdım kahpelikleri, nankörlükleri ve aşağılayıcı aşağılıkları…
Her yazım sırasında adrenalimim yükseklere çıkmıştır.
Ama bu defa bırakın adrenalinimi, sinirlerim bana kalp krizi yaşatacak kadar yükselmiştir.

Hatırlarsanız, geçen aykı bültenimde yazdığım analizde, Başbakanımız Ahmet Davutoğlu’nun Hollanda ziyaretini ele almış ve burada elde ettiği başardıdan dolayı çok sevindiğimi ve geçmişte olduğu gibi, ‘Ficanı taştan oyarlar ……….’na böyle koyarlar’  ve ‘Bir baba hindi hey Allah’ diyecek kadar mutlu olduğumu yazmıştım.

Başbakanımız Ahmet Davutoğu, hafta başında bu kez Brüksel’e geldi. Önce Almanya şansölyesi Bayan Merkel ve Hollanda Başbakanı Rutte ile sabah saat 03’e kadar süren bir görüşme yaptı. Hem de Türkiye Büyükelçiliği’nde etli pide yiyerek.
Ertesi gün de tam 28 Avrupa Birliği Devleti’nin liderleri ile uzun bir pazarlık görüşmesi yaptı.
Bu görüşmede taraflar istediklerini elde ettiler ve mutlu bir şekilde 10 gün sonra yeniden buluşmak üzere ayrıldılar.

Konuyla ilgili olarak Amsterdam Türkevi Araştırmalar Merkezi’nin Başkanı Veyis Güngör bir açıklama yayınladı. Veyis Güngör de , herkes gibi ‘Davutoğlu Zaferi’nden söz ediyor ve gelişmeyi çok olumlu bir şekilde şöyle analiz ediyor:
Davutoğlu Avrupa’nın sığınmacı krizine ilaç oldu 28 Avrupa ülkesinin liderleri Türkiye’nin vazgeçilmez olduğunu anladılar..

Brüksel, Türkiye-AB ilişkilerinde uzun bir aradan sonra yine bir ilke şahit oldu. Ankara’dan AB’ye sığınmacı krizine köklü bir çözüm teklifi geldi. Hem Avrupalılar’ın hem de bizden gözükenlerin işbirliğiyle, çok yönlü bir olumsuz Türkiye algısının zirve yaptığı bir dönemde. İşte böyle bir ortamda, hafta başı Brüksel’de gerçekleşen Türkiye-AB Zirvesi’nde, Ankara’nın dile getirdiği sığınmacı krizine köklü çözüm paketi, Avrupalı liderlere rahat bir nesef aldırdı. Bu teklif sadece sığınmacılarla sınırlı kalmayıp aynı zamanda AB-Türkiye arasındaki işbirliğini de güçlendirecek yeni bir teklif olarak değerlendirildi.

Ankara’nın Avrupa’yı rahatlatması hızlı bir şekilde Avrupa medyasına da yansıdı. Gazete başlıkları ve köşe yazarları, zorlansalar da bir kaç gündür Başbakan Davutoğlu’nun Brüksel’deki dik duruşu ve çetin pazarlıkçı imajının yansımalarını yazdılar.

Dikkatlerden kaçmayan bir diğer husus ise, Başbakan Davutoğlu’nun Avrupalı liderlerin gözlerinin içine bakarak, Türkiye’deki Suriyeli sığınmacılar için ayrılan 3 milyar avro’nun 6 milyara çıkartılması, Türk vatandaşları için AB vizesinin haziran ayı sonuna kadar kaldırılması ve duraksayan AB üyelik sürecinin yeni bir ivmeyle hızlandırılması gibi talepleri gür bir sesle dile getirmesi, Türkler’in kendine olan öz güveni olarak yorumlandı. Buna karşılık Avrupalı liderlerin Davutoğlu karşısında şaşırıp, susmayı tercih etmeleri de yorumcular tarafından vurgulanan en önemli konuydu.

Ankara’nın dün Brüksel’de ortaya koyduğu irade, Avrupalılar’a artık Türkiye’nin bölgede oyun kurucu bir aktör olduğunu bir defa daha gösterdi. Türkiye dış polikası, birilerinin ısrarla dikte ettiği gibi ‘yalnızlaşma’ noktasında değildir. Bu gerçek, Avrupa’nın karşı karşıya kaldığı ve bir küresel sorun olan ‘mülteciler’ meselesinde bir defa daha kendini göstermiştir. Aylardır Avrupa gündeminden düşmeyen Türkiye, bu özelliğini hala sürdürmektedir.

Acizane bizim teklifimiz, Türkiye Brüksel’de olduğu gibi, yarınlarda da Avrupa’da haklı duruşunu ve aklıselim iradesini sergilemeye devam etmelidir. Ankara, Avrupa’daki
Türkiye hareketliliği’ni çok iyi değerlendirip, Türkiye’deki değişimi Avrupa kamuoyuna evrensel değerleri esas alarak net bir şekilde anlatmalıdır. Şimdi sıra Avrupa’daki Türkiye algısının, bir başka ifadeyle Türkiye imajının olumlu yöne evrilmesini sağlamaktadır. Bu da özellikle şu üç konunun ikna edici argümanlarla aydınlatılmasından geçer. Birincisi Güney Doğu’da şiddetlenen terör olaylarının Avrupalılar’ın anlayacağı şekilde anlatılmalıdır. İkincisi, Avrupalılar’ın Türkiye’deki basın özgürlüğü eleştirilerine karşı net açıklama yapılması. Üçüncüsü de Türkiye’nin Suriyeli mülteciler konusunda bugüne kadar yaptıklarını dünya kamuoyuna daha açık bir şekilde anlatmasıdır. 

Veyis GÜNGÖR
Hollanda Türkevi Araştırmalar Merkezi Başkanı

 

Veyis Güngör’ün yukarıdaki analizine kısmen katılıyorum. Hatta daha da ileri giderek, ‘Davutoğlu 28 Avrupa Devleti’nin liderini hizaya çekti’ diyebilecek kadar ileri gidiyorum.
28 Devlet Lideri açısından durum böyle.
Ama Avrupa siyasetçileri, medyası ve haliyle halkı için aynı şeyi söyleyemem.
Avrupa siyasetçileri, medyası ve halkı adeta kin kusuyor.
Türkiye’ye öyle hakaretler ediliyor ve öyle suçlanıyor ki, bu suçlama ve hakaretler, gerçeği bilen her sağduyulu insanı çileden çıkaracak nitelikte.

‘Türkiye at pazarlığı yapıyor’ diyor ve yazıyorlar.
‘Boğaz’ın Kuzey Koresi Türkiye’ye güven olmaz’ diyor ve yazıyorlar.
‘Türkiye Bit Pazarı’ndaymış gibi davranıyor’ diyor ve yazıyorlar.
Hepsi de Türkiye’ye veriecek olan birkaç milyarlık paradan söz ediyorlar ve Türkiye’yi dilencilik ile suçluyorlar.

Peki, Haçlı ruhu ile şartlanmış olan bu mantıksız söylemlere karşı bir tek Avrupalı lider çıkıp da, ‘Yapmayın beyler, Türkiye dünyada eşi görülmemiş bir insani yardım yapıyor.’ diyemiyor mu?

Diyemezler, çünkü Haçlı Ruhu ile şartlanmış olan seçmenlerine karşı antipatik olmak istemiyorlar.

Peki, bu yanlış düşüncelere sahip olan Avrupa halkına bizim söylediğimiz ama maalesef duyuramadığımız açıklamaları, o beyinlere zank diye sokacak bir mekanizma bulunamaz mı?
Elbetteki bulunur.

Türkevi Araştırmalar Merkezi Başkanı Veyis Güngör açıklamasında, Türkiye’ye  ‘acizane’ olarak üç tavsiyede bulunmuş:
‘Birincisi Güney Doğu’da şiddetlenen terör olaylarının Avrupalılar’ın anlayacağı şekilde anlatılmalıdır. İkincisi, Avrupalılar’ın Türkiye’deki basın özgürlüğü eleştirilerine karşı net açıklama yapılması. Üçüncüsü de Türkiye’nin Suriyeli mülteciler konusunda bugüne kadar yaptıklarını dünya kamuoyuna daha açık bir şekilde anlatmasıdır.’ diyor Veyis Güngör.

Aslında biz yıllarca yazıp durduk. Türkiye’nin yurtdışında lobi yaratacak bir gücünün olmadığından söz ettik. Bu nedenle, yurtdışında lobi yapılanması gereğini öne sürerek, bir ‘Üst Kurul’ veya ‘İstişare Kurulu’ gibi oluşumlara ihtiyaç olduğunu yazdık.
Bu aykı bültenimizdeki konulardan biri de buydu zaten. Aşağıda okuyacaksınız.

Türkiye’nin bu eksikliğini Belçikalı eğitim üyesi Profesör Dries Lesage de farketmiş.
Önümüzdeki  aylarda Amsterdam’da yapılacak olan Türkiye ile ilgili bir konferansa davet edilen Dries Lesage,bu konferansa memnuniyetle katılacağını belirttikten sonra, ‘Türkiye’nin en büyük eksiği, yurtdışında lobi gücünün olmamasıdır.’demir.

Şimdi ne diyelim?

Bütün bu yaşananlar gösteriyor ki, alttaki analizimde de belirttiğim gibi, bizim aciliyetle bir ‘sözcülük’ kuruluşuna ihtiyacımız var.
Bakalım bu açığı nasıl kapatacağız?
Bilinçsiz bir şekilde Türkiye ve Türkler’i karalayanlara karşı, gerçekleri anlatacak olan böylesi bir ‘sözcülük’ kuruluşu, ‘Üst Kurul’ mu olur yoksa ‘İstişare Kurulu’ mu olur göreceğiz.

Haydi hayırlısı….

*****

İlhan KARAÇAYın analizi…

Hollanda’da Paylaşılamayan ‘Esrarengiz İstişare Kurulu’

* Dernekleşmeyi, ‘Hemşeri buluşmaları ve çay sefası’ olarak niteleyenlerin topluma katkıları ne?

* Gönüllülerden oluşan Sivil Toplum Kuruluşları’nın, özlemi çekilen ‘İstişare Kurulu’nu nasıl kurulacak?

* Uzmanlar ve tecrübeliler, yıllardır gerçekleşemeyen, ‘Üst düzey bir Kuruluş’un gerçekleşmesinde rol alabilirler mi?

 

Hollanda’da 50 yıl önce başlayan Türkiye’den göç, istisnalar dışında hala devam ediyor.
Öyle ki, tahminimize göre, Hollanda’daki Türk kökenlilerin nüfusu 600 bini geçti ve hatta 700 bine yaklaşıyor.
Öyle ya, Hollanda Merkezi İstatistik Bürosu, Hollanda tabiyetine geçmiş olan Türkler’in sayısını 350 bin olarak veriyorsa, bu sayının, Hollanda vatandaşlığına geçmemiş olanlarla birlikte 700 bine ulaştığı iddiasında bulunmak da normal olur.
Zira, Hollanda’da legal olarak yaşamakta olan Türk kökenlilerin yanında bir de onbinlerce illegal Türk yaşamaktadır.

Türkler, dünyanın her yerinde ve hatta Türkiye sınırları içinde hemşeri arayışları ile meşhurdurlar. Bu nedenle, yurtdışına giden Türkler de çok çabuk hemşeri buluşmalarını tetiklediler.
Her yerde olduğu gibi, Hollanda’daki Türkler de hemşeri derneklerini kurmaya başladılar.

İsim ayrımcılığı olmaması için kent adı yazmıyorum.

…… lılar Derneği tabelalarını çok görür olduk.

Peki Türkler sadece hemşeri dernekleri içinde mi toplandılar?
Tabii ki ‘hayır’. Türkler, siyasi, dini ve sportif faaliyetler için de dernekler kurdular.
Gerek hemşeri dernekleri ve gerekse siyasi, dini ve sportif derneklerdeki faaliyetlerin yararları inkar edilemez. İnsanların bir araya gelerek sadece çay içmeleri ve sohbet etmeleri dahi, fikir ve istişare kazanımına yol açmıştır.

Pek çok defa, ‘Bu dernekler ne işe yarıyor. Aralarında çay içmekten başka bir şey yapmıyorlar’ şeklinde eleştiriler duymuşuzdur.

Sormak lazım, bu soru ve iddiaları ortaya atanların topluma ne faydaları olmuştur?
Bu soru ve iddiaları ortaya atanlar, bu şekilde davranacaklarına, o beğenmedikleri derneklere girsinler ve orada iki laf etsinler. Onların sarfedeceği laflar da topluma bir şeyler kazandırır sanırım.

DEİK/DTİK Başkanı Torunoğulları İlhan Karaçay ile    

Hollanda’daki Türk Sivil Toplum Kuruluşları’nın ve bazı akil insanların öteden beri istedikleri bir ‘Üst Kurul’ veya ‘İstişare Kurulu’ bir türlü gerçekleştirilememiştir. Hoş, 1985 yılında Hollanda devletinin inisiyatifi ve desteği ile kurulan Türkler İçin Danışma Kurulu
(İnspaaark Orgaan Turken IOT), Türkler’n aradığı bir ‘Üst Kurul veya İstişare Kurulu’nun yerini alabilirdi ama, ne yazık ki devlet güdümünde olduğu için, amacımıza tam uymamıştı.
IOT’nin yaptığı çalışmaları bazen övdük bazen de yerdik. Ama şu bir gerçekti ki IOT, dünyada eşine rastlanmayacak nitelikte bir kuruluştu. Zira bünyesinde her türlü siyasi ve dini düşünceyi savunan tam 9 federasyonun başkanı temsilci olarak bulunuyordu.

Hollanda devleti, nedense IOT’ye verilen maddi desteği kesti. Hollanda devleti, böylesi kuruluşlara artık ihtiyacı olmadığını belirterek para musluğunu kapattı. IOT’nin Başkanı Emre Ünver’den başka, başka bir de müdürlük yapan Ahmet Azdural var. Azdural, IOT’nin yaşamını sürdürmesi için pek çok girişimde bulundu. Gerek Türk devleti nezdinde ve gerekse Türk Sivil Toplum Kuruluşları içinde imkanlar aradı. Ama ne var ki aranan destek bulunamadı.

Çeşitli kişi ve kuruluşlar gibi Ahmet Azdural da, Türkler’in her türlü haklarını savunacak ve onlara sözcülük edecek bir ‘Üst Kurul’ veya ‘İstişare Kurulu’ kurmanın yollarını arayıp durdu.

Ne var ki, DEİK ve DTİK’in Avrupa Bölgesi Başkanı Turgut Torunoğulları da aynı girişimi daha önceden başlatmıştı. Torunoğulları bu konuda bir toplantı düzenlemişti. Torunoğulları’nın bundan sonraki toplantısı önümüzdeki nisan ayında yapılacak.

   

Mehmet Emin Ateş & Arif Yakışır

 

Emin Ateş, Mehmet Tütüncü, Ejder Köse, Songül Akkaya, Abubekir Öztüre ve Hikmet Gürcüoğlu’nun, devletimizin bilgisi dahilinde kurmuş oldukları

‘Centre For Public Debate–Sivil Tartışma Merkezi CPD’, aynı girişim için, geçtiğimiz haziran ayında 24 kişinin katılımı ile bir toplantı yapmıştı. Bu grup aynı konudaki ikinci toplantısını, içinde bulunduğumuz mart aynın 16’sında yapacak.

Rotterdam’da faaliyet gösteren Radyo Deniz’in çalışanlarından Rıza Deniz, Türk politikacılar ve Sivil Toplum Kuruluşları’nın başkanları ile yaptığı söyleşiler sırasında gündeme gelen bu konu hakkında bir toplantı yapmayı planladı.Rıza Deniz de geçtiğimiz günlerde bu konu hakkında bir toplantı düzenlemişti.

   

Ahmet Azdural & Rıza Deniz

16 Mart’ta yapılacak toplantı için, Sivil Toplum Kuruluşları’na bir mesaj gönderen
‘Centre For Public Debate–Sivil Tartışma Merkezi CPD’nin başkanı Mehmet Emin Ateş şunları yazmış: ”11 haziran 2015 Perşembe günü Hollanda’da faaliyet gösteren 24 büyük STK başkanı ve temsilcileri, Den Haag’taki Centre for Public Debate–Sivil Tartışma Merkezi CPD’nin konferans salonunda bir araya gelmişti. Bu toplantıda Hollanda Türk toplumunun ortak sorunları katılan temsilciler tarafından detaylı olarak tartışıldı. İlki yapılan bu geniş çaplı toplantının gelecekte Hollanda-Türk STK’larıİstişare Kurulu adı altında periyodik ve genişletilerek tekrarlanmasına oybirliğiyle karar verilmişti.

Bu istişarenin maksadı Hollanda-Türk STK’ları İstişare Kurulu STK’larının kendi aralarındaki iletişimi sürekli ve daha sağlıklı tutmayı hedeflemektedir. Bu kurul vasıtasıyla STK’lar toplumdaki var olan sorunları veya ani gelişen, ortak istişare gerektiren herhangi bir toplumsal durum ortaya çıktığında, bunlarla ilgili hızlı bilgilenme, istişare etme, tepki verme veya önlemler alma kabiliyetlerini artırmış olma maksadını taşımaktadır. Ayrımcılık, radikalizm, ırkçılık, islamofobya, gençlerin sorunları gibi konularda bilimsel araştırmaların yapılması ve bu tür bilimsel çalışmaların teşviki açısından da bu STK’lar İstişare Kurulu öncü görevi almalıdır denildi. Yaşadığımız ülkenin toplumsal, siyasi ve kültürel alanlarına, Türk diasporasının daha etkin katılımlarına yönelik ortak aktiviteleri,  istişarelerde müzakereler yapılmasının lüzumunda mutabakat sağlandı. Bazı ortak sosyal ve kültürel faaliyetler yapmak istenildiğinde hızlı koordinasyonda bu yolla sağlanabileceği düşünüldü.

TICF Başkanı Arif Yakışır beyin başkanlığındaki 3 kişilik bir ajanda komisyonu tarafından ikinci bir oturum için davetiye çıkartılmasına karar verildi ”.
Anladığım kadarıyla Turgut Torunoğulları, nisan ayında en az 150 kişinin katılacağı yemekli ve görkemli bir topantı düzenleyecek.
Buna karşın, başkanlığını Emin Ateş’in yaptığı ‘Centre For Public Debate–Sivil Tartışma Merkezi CPD’, bu organizasyonu Arif Yakışır ve arkadaşlarına yüklemiş. Arif Yakışır, yıllardır Türk İslam Kültür Dernekleri Federasyonu’nun başkanlığını yapıyordu.

Geçen hafta yapılan kongrede adaylığını koymayan ve başkanlıktan ayrılmış olan Arif Yakışır bu işe iyice soyunmuş görülüyor.

IOT Müdürü Ahmet Azdural ve Radyo Deniz çalışanı Rıza Deniz’in bundan sonra ne gibi planları olduğunu bilemiyorum. Ama bana kalırsa, bu konudaki rekabet Turgut Torunoğulları ile Mehmet Emin Ateş’in yönlendirdiği Arif Yakışır arasında olacak.

Şimdi, Hollanda’daki deneyim ve uzmanlıklarını kamu yararına harekete geçirecek bir organı yaşama geçirmek için yapılmakta olanlara dikkat kesilelim. Bu konuda dört koldan bir girişim var. Buna bir de akil insanların harekete geçeceğini hesaba katarsak beş kol olacak. Beş başlı girişimler yerine, birleşilerek tek başlı bir girişim daha sağlıklı olmaz mı?
Geçmişlerine bakıldığı zaman, Türk toplumu için çok iyi hizmetler ve girişimler yapmış olan bu insanların biraraya gelmeleri bu kadar zor mu?
Bu insanları biraraya getirecek mekanizmayı bulmak zor olmasa gerek.

Ama şu gerçeği de gözardı etmemek lazım:
Hollanda Milli İstihbarat Örgütü uyumuyor. Bu gelişmelerin tümünü yakından izliyor.

Kuruluşların devletlerden sübvansiyon almaları gayet normaldır. Ama ne var ki, devlet yardımı alanlar bir yandan da bağımlılık hissi duymaktadır. Hollanda devleti destek verse, tıpki IOT gibi yarı bağımlı olunacak, Türk devleti destek verse, ‘Ankara’nın uzun eli’nden söz edilecek. Yani her iki durumda da ‘Güdümlü’ etiketi yapıştırışacak.

Bunun en sağlıklı olanı, tabii ki gerek Türk ve gerekse Hollanda iş dünyasından destek almaktır. İşte bunu başarabilecek olan nitelikteki insanlar öne çıkmalı ve Hollanda Türkleri’nin yıllarca özlemini çektikleri ‘Üst Kurul’ veya ‘İstişare Kurulu’yaşama geçirilmelidir.

Bunu başarmak mantık yoluyla olur.
16 Mart’taki toplantıya katılacak olanların, mantık yolunu takip ederek sevindirici bir işbirliği kararı almalarını dilemekten başka yapacak bir şey yok şimdilik….

Haydi hayırlısı !

Yazımı bitirdikten sonra, sevgili yazar ve şair dostum Yavuz Nufel’in son yazısını gördüm.
Gördüğüm lüzum üzerine bu yazıdan bir kesit alıyorum:
Hani her ortamda, her toplantıda konuşmacılar birlik beraberlik, hoşgörü anlayış edebiyatı yaparlarya sakın inanmayın; hepsi hamasi laf salatasından ibaretmiş!
Hollanda’da son zamanlarda Türkler arasında bir bozukluk almış başını gidiyor.

Dün çok sevdiğim bir dostum aradı.
Hani her lafın başında güya her şeyimiz düzgünmüş de, sadece memleketin hali,dünyanın hali bozukmuş gibi “ Ne olcak bu memleketin hali” ya da daha büyük düşününce(!) “ ne olacak bu memleketin hali” deriz ya…
Bu dostumda “ne var, ne yok; nasılsın” kelamının ardından ; “ Ne olcak bu Hollanda’daki Türklerin hali” dedi…
Ne varmış, gül gibi yaşayıp gidiyoruz işte, dedim…
Yahu sen kafa mı buluyorsun benimle, diye hiddetlendi.
Bir gazeteci olarak en iyi senin bilmen lazım, diye sürdürdü konuşmasını…
Valla bildiklerimi, duyduklarımı kendi meşrebimce yazıyorum, dedim; başladı sıralamaya:
-Ailelerin çocukları ile arası;
-Karı- kocaların arası
-Komşuların arası;
-Akrabaların arası;
-Gazetecilerin arası;
-İşadamlarının arası;
-STK’ların arası;
-Esnafların arası;
-Siyasi parti taraftarlarının arası;
-Derneklerin arası;
-Vakıfların arası iyi mi yani?

Bilmem…

*****

İlhan KARAÇAY yazdı…

Hollanda’da Türk gazeteciler (!)

Hollanda’daki Türk medyası, 50 yıl önce başlayan ve düşe kalka bugünlere varan faaliyeti ile, takipçilerine yararlı hizmetler yapmıştır. Ne var ki, Hollanda’daki Türk medya mensuplarının kendilerine bir faydaları olmamıştır.

Hollanda’da radyo, televizyon ve gazetelere muhabirlik, yorumları ile de yazarlık yapanların sayısı fazla değildi. Ne var ki, ‘Sosyal Medya’ meredi (meret)yaşama geçtikten sonra bu sayı çok arttı. Şimdi pek çok insan, sosyal medya sayesinde görüş ve düşüncelerini yazmaya çalışarak kendini tatmin ediyor.
Bu gelişme, aslında sevinilmesi gereken bir gelişmedir. İnsanların, görüş ve düşüncelerini özgürce anlatmaya çalışması mutluluk verici olmalıdır.
Ne var ki, etiklik kontrolu olmadığı için, pek çok kişi, görüş belirteyim derken hakaret yağdırmaktadır. Hakaretin yanında iftira da atılıyor ve insanlar karalanıyor.
İnternet ortamında hayali gazeteler yaratılıyor ve hayali isimlerle yazılan haber ve yorumlarla kişilere saldırılıyor.
Bu gelişme, gazeteciliği onurlu bir şekilde yapanları çok üzüyor.

Hollanda’daki Türk medyası, 50 yıl önce başlayan ve düşe kalka bugünlere varan faaliyeti ile, takipçilerine yararlı hizmetler yapmıştır. Ne var ki, Hollanda’daki Türk medya mensuplarının kendilerine bir faydası olmamıştır.

    

RESMİYETE DÖNÜŞTÜRÜLEMEMİŞTİ: Hollanda’da  İlhan Karaçay (Başkan-Hürriyet),  Şadi Tatlı (Başkan Yardmcısı-Tercüman) ve Kamuran Sümercan ( Genel Sekreter-Milliyet) girişimiyle kurulan  ‘Hollanda Türk Gazeteciler Derneği’, resmiyete dönüştürülemediği için yaşama geçememişti.
Fotoğrafta, Rijswijk’teki bir otelde yapılan ilk toplantıya katılan üyeler görülüyor.

 

Türkiye’deki ulusal yayın organlarına çalışan arkadaşlarımızın kimi az bir gelirle, kimi de bedavaya hizmet etmişlerdir.
Hollanda’da yayıncılık yapmaya çalışan arakadaşlarımız da, sponsorluk ve reklam sıkıntısı nedeniyle zorluk çekmektedir. Bu nedenle çok sayıda yayın organı, yayın yaşamına son vermiştir. Şimdi yayınlarını sürdürmekte olan dergi/gazte sayısı, bir eldeki parmak sayısını geçmemektedir.
Hoş, Hollanda’daki Türk yayınlarına Manşet adlı yeni bir dergi/gazete katılmıştır. Bu da sevindirici bir gelişmedir.  Bu konuda da bir başka medya kuruluşu ile aralarında isim hakkı nedeniyle ihtilaf çıkmıştır. Durum yargıya aktarılmıştır.

Derneksiz gazeteciler

Hollanda’daki Türk medya mensuplarının gerçekleştiremedikleri ‘Dernek’ konusu da başlı başına bir sorundur. Hollanda’da, her meslek dalında bir oluşuma önayak olan Türk medyası, ne yazık ki, kendileri için bir dernek kuramamışlardır.
‘Hollanda Türk Gazeteciler Derneği’nin kurulamayışının çeşitli nedenleri vardır. Geçmişte bunun için birkaç girişim olmuştur. 1980’li yıllarda, Hollanda Türk Spor Kulüpleri Federasyonu’nun Rijswijk’teki ofisinin kapısına, ‘Hollanda Türk Gazeteciler Derneği’ tabelası da asılmıştı. Resmileştirilemeyen derneğin o sembolik levhası daha sonra kaldırılmıştı.

2000’li yılların başında, ‘Hollanda Türk Gazeteciler Derneği’nin oluşumu için yeniden girişimler olmuştu. Ama ne var ki o girişimler de sonuçsuz kaldı.

Ne tuhaf değil mi, gazeteciler her meslek dalı için dernek oluşumuna önayak oluyor ama kendi derneklerini bir türlü kuramıyorlar.

Hollanda’daki Türk gazetecilerin, bir araya gelerek derneklerini kuramayışı, bazı uynaıkları harekete geçirmiştir. Geçmişte örneklerini gördük. Kendilerine ‘Türk Gazeteciler Derneği’ adını yakıştırıyorlar ve utanmadan bunu ilan ediyorlar.
Bugünlerde de bazı uyanıklar, Hollanda’da yıllardır profesyonel gazetecilik yapmış kişilerin bilgileri dışında  böylesi düzmece bir dernek adıyla ortalıkta dolaşıyorlar.
‘Düzmece’ dedim ama, belki de düzmece değildir. Belki resmen kurmuşlardır böyle bir derneği.  O zaman da bu, bayağı bir girişim sayılır. Zira, acizane bendeniz dahil, Hollanda’da profesyonelce gazetecilik yapan hiçbir arkadaşımızın haberi bile olmadan kurulmuş olan böylesi bir dernek, düzmeceden de öte bir dernektir.

Hiç kimsenin, gerçek gazetecilerin haberi olmadan, ‘Hollanda Türk Gazeteciler Derneği’ adı altında bir oluşum yapmaya hakkı yoktur.

Son gelişme
Hollanda’da yayıncılık ve gazetecilik yapan bazı arkadaşlarımızın, ‘Dernek’ boşuğundan yararlanmaya çalışanlara karşı, yeni bir girişimde bulunduklarını duydum. Bunun için ilk toplantıyı yaptıklarını da öğrendim.  Dilerim, bu arkadaşlarımızın bu defaki bu girişimi başarı ile son bulur ve Hollanda’daki sivil toplum kuruluşu dünyası, gerçek bir ‘Türk Gazeteciler Derneği’ ile zenginleşir.

*****

Amsterdam Tartışmaları’nda terör sorunu ele alındı

Medipol Üniversitesinden Prof. Dr. Bekir Berat Özipek ve Dicle Üniversitesinden Doç. Dr. Vahap Coşkun’un katıldıkları Amsterdam

Tartışmalarının 45’incisinde, ‘Türkiye’deki terör sorunu’ masaya yatırıldı

Ortak görüş şöyleydi: Kürt sosyolojisi birlikte yaşama iradesini her zaman gösterdi

Türkevi Araştırmalar Merkezi tarafından her ay organize edilen Amsterdam Tartışmaları’nın 45’incisi, Medipol Üniversitesinden Prof. Dr. Bekir Berat Özipek ve Dicle Üniversitesinden Doç. Dr. Vahap Coşkun’un konuşmacı olarak katılımı ile gerçekleşti. Bu ayın konusu  ‘Türkiye’deki terör sorunu’ydu.

Doç. Dr. Vahap Coşkun, ‘Şayet bundan bir yıl önce bu konuyu konuşmuş olsaydık çok farklı bir ortamda çok farklı şeyleri konuşuyor olacaktık’ diye başladığı açılış konuşmasına şöyle devam etti: ‘Türkiye’de özellikle haziran ayından itibaren politik iklimin çok değiştiğini söyledi. Terör gündelik çatışmaların dışında Diyarbakır’da başlayıp Suruç, Ankara, İstanbul ve tekrar Ankara’da olmak üzere şehirlerde de bombalı intihar saldırılarıyla görülmeye başladı. Bu saldırılarla Türkiye’nin kuşatılmaya çalışıldığına dair bir algının oluştuğunu görmekteyiz.’ Coşkun, gelinen noktada sorulması gereken en önemli sorunun, bu saldırıların bu denli artmasının sebebi nedir sorusunun olması gerektiğini söyledi. ‘Bazılarının iddia ettiği gibi bu mesele salt hükümetin yanlış politikalarının ürünü değildir’ diyen Coşkun, kendisine göre bu noktaya gelinmesinin üç önemli sebebi olduğunu belirtti ve sebepleri şöyle sıraladı:

1-2013’te başlatılan Çözüm Süreci’nin tamamlanamaması,

2-Bizim içinde bulunduğumuz coğrafyanın durumu,

3-Türkiye’nin Suriye’deki savaştan dolayı tarihin gördüğü en büyük mülteci dalgasıyla karşı karşıya olmasıdır.

Vahap Coşkun, “Hükümetin mülteciler politikasının bazılarının iddia ettikleri gibi yanlış değil, tam aksine hem ahlaki hem de politik açıdan Suriye konusundaki en doğru politikası olduğunu düşünüyorum.” diye devam etti.

Artık Türkiye’nin güneyinde iki devletin olmadığını, tam aksine bir devletsizliğin hakim olduğunu, bu iki ülkenin yükünün Türkiye’ye yüklendiğini ve bunun da Türkiye’nin dengelerini yerle yeksan ettiğini söyleyen Coşkun,
2,7 milyon mülteciye kapılarını açan Türkiye’nin, aynı zamanda bir risk de aldığını belirtti. Yerini yurdunu terk etmek zorunda kalan insanların arasına teröristlerin de sızmasının imkan dahilinde olduğunu ve nitekim sızdığını da söyleyen Coşkun, hükümetin mülteciler politikasının, bazılarının iddia ettikleri gibi yanlış olmadığını, tam aksine hem ahlaki hem de politik açıdan Suriye konusundaki en doğru politika olduğunu düşündüğünü söyledi.

Son Ankara eyleminin mekanının son derece sembolik önemi olduğunu söyleyen Coşkun, ‘Genel Kurmay Başkanlığı, Hava ve Kara Kuvvetleri Komutanlıklarının olduğu bir bölgede doğrudan askeri hedef alan eylemle Türkiye’nin savaşın içine çekilmesi, Suriye’deki savaşın Türkiye’ye çekilmesi ve Türkiye’yi terbiye etmek amaçlanmaktadır’ dedi.

İçinde yaşanılan kaotik ortamdan çıkış için yapılması gerekenler konusunda da üç temel teklifi olduğunu ifade eden Coşkun, bunları şöyle sıraladı:
1.Her ne kadar başlı başına bir çözüm olmasa da güvenlik ve istihbarat tedbirlerini artırmak,
2.İç ve dış politikada bu saldırılara cevaplar üretmek, dolayısıyla mevcut dış politikayı yeniden gözden geçirmek,
3.Kutuplaşmaya karşı önlemler almak.

“Kürtler biz bu savaşın bir parçası olmak istemiyoruz deyip hendeklerin kazıldığı gün bölgeyi terk etti.”

Kendisi de bölge insanı olan ve aynı zamanda Diyarbakır’da çalışan Vahap Coşkun, Çözüm Süreci’nin neden sona erdiği ve bazı Güneydoğu şehirlerinde PKK’nın sergilediği şiddet eylemlerinde bölge halkının rolüyle ilgili sorulan sorulara verdiği cevapta, yüzyılın en önemli projesi olarak gördüğü ve kendisinin de desteklediği Çözüm Süreci’nin sona ermesinin hem içeriden hem de dışarıdan kaynaklanan sebepleri olduğunu, içeriden kaynaklanan sebeplerin yürütülüşle alakalı olduğunu, dışarıdan kaynaklanan sebebin ise doğrudan Suriye’deki savaşla alakalı olduğunu söyledi. Sürecin yürütülüşündeki hatalar olarak, hedefler üzerinde bir mutabakat olmaması, süreçle ilgili taraflar arasında bir yol haritasının olmayışı ve süreç esnasında ortaya çıkabilecek çatışmalara yönelik bir ara mekanizmanın olmamasını gösteren Coşkun, PKK’nın da hem bölgede 7 Haziran seçimlerinde aldığı başarılı sonuç, hem de iktidarın % 10 civarında oy kaybı ve buna ilaveten de Orta Doğu’da sıkıştırılmasını fırsat bilerek iktidarı biraz daha zorlayarak daha fazla kazanımlar elde edeceğinin hesabını yaptığını düşündüğünü söyledi. Nitekim PKK’nın bu planın bir parçası olarak savaşı hendekler kazıp barikatlar kurarak şehre taşıdığını, ancak PKK’nın bu planlarının tutmadığını ve bölge halkının buna destek vermediğini söyleyen Coşkun, şayet plan tutsaydı ve halk hendeklerin barikatların arkasında dursaydı devlet de kaçınılmaz olarak müdahalede bulunacaktı ve bir sivil katliama dönüşecekti, ama insanlar “Biz bu savaşın bir parçası olmak istemiyoruz” deyip hendeklerin kazıldığı gün bölgeyi terk etti dedi.

“Mevcut durum kesinlikle sürdürülebilir bir durum değildir ve görüşmelerin başlaması kaçınılmazdır.”

Coşkun, ‘Çözüm Süreci’ne tekrar dönülebilir mi?’ sorusuna, dünyadan örnekler göstererek verdiği cevapta, ‘Bugüne kadar bir kerede masadan çözümle kalkıldığı görülmemiştir’ dedi. ‘Ben bu savaşı PKK’nın hiçbir şekilde kazanabileceğini düşünmüyorum’  diyen Coşkun, devletin de sadece asayiş tedbirleriyle sorunu çözemeyeceğini ve mevcut durumun kesinlikle sürdürülebilir bir durum olmadığını ve görüşmelerin kaçınılmaz olduğunu da ilave etti.

Coşkun, Türkiye’nin savaş öncesi ve savaş sonrası Suriye politikasının yüzde yüz değişmesiyle ilgili sorulan soruya istinaden de, Türkiye’nin Suriye politikasının üç safhadan geçtiğini, birinci safha Suriye’nin demokratik reformlarla kendisini ıslah etmesi, ikinci safha Esad’lı bir geçiş süreci ve son safha da Esad’sız bir geçiş sürecinden oluştuğunu söyledi. Türkiye ikinci safhadayken ABD ve AB üçüncü safha taraftarı iken, Türkiye üçüncü safhaya geçtiği zaman da, bu ülkelerin ikinci safhaya geri dönüş yaptıklarını söyleyen Coşkun, ‘Batılı ülkelerin bu dönüşünün sebebi olarak da IŞID’ın ortaya çıkmasını gösterebiliriz’ dedi. Yine Suriye politikası ile alakalı olarak dört teklifi olduğu söyleyen Coşkun, bunların uygulanması halinde bu cendereden kurtulmanın mümkün olduğunu söyledi ve sıraladı:

1.Türkiye asla tek başına Suriye’ye müdahale etmemelidir. Hatta Rus uçağının düşürülmesi de bu çerçevede mütalaa edilmelidir. Zira o müdahale bizi her bakımdan zor durumda bırakmıştır. Yapılması gereken sınır ihlali sorununu bir NATO sorunu olarak kabul ettirmekti;

2.Türkiye kendisinin desteklediği Suriye muhalefetini masaya oturması ve maksimalist taleplerde bulunmamasını sağlamalıdır;
3.Türkiye Esad’lı bir geçişi kabul etmek durumundadır. Esad gitsin demenin artık bir anlamı yoktur. Hatta Esad da yoktur, onu destekleyen İran ve Rusya vardır ve onlar Esad gitsin demedikçe Esad gitmeyecektir;

4.Türkiye PYD politikasını da değiştirmelidir. Hem ABD’nin hem de Rusya’nın muhatap aldığı bir yapıyı reddetmenin bir mantığı olmaz, kaldı ki daha önce bu yapıyla muhatap da olunmuştur.

Coşkun, Kürtler’in tarih boyunca sorun oluşturdukları, meselenin aslında Türkiye’den kaynaklanmadığı, Kürtler’in Türkler ile birlikte yaşama iradesi göstermedikleri sürece bu savaşın bitmeyeceği yönündeki görüşe cevap olarak da, Kürtler’in öyle iddia edildiği gibi bir sorun oluşturmadıklarını, tam aksine birlikte yaşamak için çok açık tavırlar aldıklarını söyledi. ‘Şayet Kürtler’in ayrışma gibi bir derdi olsaydı bunu diğer etnik grupların yaptığı gibi Kurtuluş Savaşı esnasında yaparlardı. Onlar  anasır-ı İslamiye diyerek Kurtuluş Savaşında mücadele ettiler’ diyen Coşkun, 1924’ten sonra uygulamaya konulan Kürt kimliğini reddetme politikasının bugünkü sorunların kaynağını teşkil ettiği söyledi.

Programın diğer davetlisi Prof. Dr. Bekir Berat Özipek yaptığı konuşmanın girişinde, “Yaşananlar, Türkiye’nin geldiği nokta ve bölgedeki hedefleri itibariyle bir tehdit unsuru olarak görülmesinin bir sonucudur.” dedi ve Türkiye’nin Orta Doğu ve Suriye politikasını uygulamaya yönelik eleştirileri olmak üzere doğru bulduğunu söyledi.

‘Uygulamada yapılan hataların da öze ilişkin olmadığını, geçmişte takip edilen politikaların aksine, komşularla sıfır politika, adalet merkezli ve temel insani değerleri reel politikaya kurban etmeme şeklinde özetlenebilecek dış politikanın belki de, bu değerleri izlemenin oradaki global statükoyu bozucu potansiyelinde gizlidir’ diyen Özipek, Türkiye’nin bu tarzının bölgedeki dengeleri değiştirecek nitelikte olduğunu belirtti.
Özipek, savaş öncesi ikili ilişkilerin olumlu boyutları ve şimdiki boyutları ile ilgili sorulan soruya verdiği cevapta, Türkiye’nin Esad’ı reformlar yoluyla ülkeyi demokratikleştirmesine ikna etmeye çalıştığını, hatta ikna bile ettiğini, ancak ellerindeki gücün kaybolacağını düşünen vesayetçi oligarşinin bunu engellediğini söyledi.

Türkiye’nin ta başından beri, özellikle ABD tarafından savaşın içine çekilmek istendiğini, ancak Türkiye’nin bu tuzağa düşmediğini söyleyen Özipek, ‘Bunun bedeli olarak, savaşın Türkiye’ye çekilmesi kurgulanmış olabilir’ dedi. Türkiye’nin gerek mülteciler, gerekse rejimle ilgili Suriye politikalarını doğru bulduğunu söyleyen Özipek, ‘Her bakımdan gelişen ve aktörleşen Türkiye bir bedel ödeyecekti ve şu an da onu ödüyor’ dedi.

‘Türkiye’nin bir hata yapmaya zorlandığını ve gözünün içine baka baka kırmızı çizgilerini bir bir çiğnemek suretiyle savaşın içine çekilmeye çalışıldığını görüyoruz’ diyen Özipek, ‘Bütün bunlar göz önüne alındığında dış politikanın, en azından yürütülüş bakımından yeniden gözden geçirilmelidir’ diye devam etti.

“Iktidar Gezi’den itibaren demokratik söylem üstünlüğünü kaybetti.”

‘Şu anki iktidarın alternatiflerine nazaran demokratikleşme , Kürt ve Alevi sorununun çözümü ve sivil Anayasa açısından daha avantajlı bir konuma sahiptir’ diyen Özipek, Türkiye’deki mevcut siyasi iklimden kurtulmak için, iktidara büyük sorumluluk düştüğünün de altını çizerek, öncelikli olarak şunların yapılması gerekenleri şöyle sıraladı:
1.İktidarın Gezi’den itibaren kaybettiği demokratik söylem üstünlüğünü tekrar demokrasi üzerinden yeni bir dinamizm ortaya koyarak ayrışmanın bu zeminde olmasını sağlamak,
2.Sivil Anayasanın başkanlık sistemi tartışmasından arındırılması.
3.Başkanlık sisteminin de sağlıklı bir zeminde tartışılması.

Etiketler :
HABER HAKKINDA GÖRÜŞ BELİRT

Bu yazı yorumlara kapatılmıştır.





POPÜLER FOTO GALERİLER
SON DAKİKA HABERLERİ
İLGİLİ HABERLER
SON DAKİKA