*İstanbul’da görev yaparken, arkadaşına yazdığı mektuplar kitap haline getirildi.
*Mektuplarda, Türkler’in savaş meydanlarındaki üstünlüğünün
nedenleri, Ordunun disiplini, Türk hamamları ve Türklerin
beden temizliğine verdiği önem, giysilerinin rahatlığı ve renkleri, atları ile olan insancıl ilişkileri anlatılıyor.
*Osmanlı‘da kadının hukuki statüsünden de bahseden Busbecq, Türk kadınının boşanma talebinde bulunabildiğini, bu yönüyle,Osmanlı’nın Avrupa’dan ileri olduğunu belirtiyor.
*Sanki onaltıncı yüzyılda, bize ait olan özellikler, hasletler,
yirminci ve yirmibirinci yüzyılda Avrupa’ya geçmiş.
*Aynı zamanda bir bitki uzmanı olan Busbecq, lâle soğanının Hollanda’ya kazandırılmasında büyük rol oynadı.
*Mezarı kayıp olan Busbecq’in doğduğu yere gittik ve araştırdığımız mezarını bir kilisede bulduk.
İlhan KARAÇAY, TRT adına yaptığı çalışmalar sırasında işlediği, gözden kaçan konular arasında yer alan Ogier Ghislain Busbecq’i tanıtıyor:
Yönetmen Sacit Şahin, Yapımcı İsmail Elden, kameramanlar Ercan İşsever, Orhan Aybertürk, Hayrettin Demir, Murat Balcı, son çekimlerini bu belgeselde yapan rahmetli Mehmet Türkoğlu ve de Veyis Güngör’e teşekkürlerimle.
Osmanlı ve Türkiye tarihi yazılırken, büyük ve önemli savaşlar ve barışlar arasında, önemi inkâr edilemeyecek bazı konuları nedense hep atlarız.
İşte bu konulardan biri de Ogier Ghislian Busbecq’tir.
İstanbul’da Avusturya Büyükelçisi olarak görev yaparken, arkadaşına yazdığı mektupları kitap haline getirilen, mektuplarında, Türkler’in savaş meydanlarındaki üstünlüğünün nedenlerini, ordunun disiplinini, Türk hamamlarını ve Türklerin beden temizliğine verdiği önemi, giysilerinin rahatlığını ve renklerini, atları ile olan insancıl ilişkilerini anlatan Busbecq, Osmanlı‘da kadının hukuki statüsünden de bahsederken, Türk kadınının boşanma talebinde bulunabildiğini, bu yönüyle, Osmanlı’nın Avrupa’dan ileri olduğunu anlatıyordu.
Aynı zamanda bir bitki uzmanı olan Busbecq, lâle soğanının Hollanda’ya kazandırılmasında da büyük rol oynadı.
Türkevi AraştırmalarMerlezi Başkanı Veyis Güngör, Fransa’nın Belçika sınırına yakın Busbecque kasabasında bulunan anıt önünde Busbecq’i anlatıyor.
İşte, bizim için çok önemli bir kişiliğe sahip olan Busbecq’in öyküsünü yazmak için, TRT ekibi ve bu konuyu araştırmış olan Türkevi Araştırmalar Merkezi Başkanı Veyis Güngör ile, Busbecq’in doğduğu Fransa’daki köye gittik.
Bugüne kadar mezarının kayıp olduğu bilinen Busbecq’in mezarını da bulduk.
Ama önce Busbecq’in İstanbul yaşamına ve mektuplarına bakalım:
Günümüzde Kuzey Fransa topraklarında olan Bousbecque kenti şatosunda doğdu. Babası Georges Ghislain, annesi Catherina Hespiel’di. Günümüzde Güney Belçika‘da olan Wervik ve Comines kentlerindeki okullarda ve Leuven kentindeki üniversitede eğitim gördü. Daha sonra o dönemin en üst eğitim kurumlarının bulunduğu İtalya‘da Venedik başta olmak üzere, birkaç farklı üniversitede eğitimini tamamladı ve kamu hizmetine girdi.
1552 yılında Avusturya arşidükü Ferdinand I emrinde görevlendirildi. İki yıl sonra Avusturya adına İngiltere‘ye gönderilerek İngiltere kraliçesi Mary Tudor ile İspanya prensi II. Felipe‘nin evlilik törenine katıldı.
Busbecq’in bir sonraki görevi Avusturya’nın Türkiye elçiliğiydi. 1547 yılında iki ülke arasında barış yapılmış, fakat Avusturya tarafı barışı tanımamıştı. Ancak yapılan savaşlarda 1551 de Erdel‘in, 1552 Banat‘ın Türkler tarafından fethi üzerine, Ferdinand Busbecq’i barışı yenilemek göreviyle, İstanbul’a gönderdi. Busbuecq’in görevi yedi yıl sürdü. Rüstem Paşa‘nın sadrazamlığı sırasında başarılı olamayan Busbecq, Rüstem Paşa’dan sonra Semiz Ali Paşa‘nın sadrazamlığı sırasında 1562 yılında barışı yenilemeyi başardı.
Busbecq, 1556-1563 yılları arasında Avusturya elçisi olarak İstanbul’da yaşarken farklı faaliyetlerde de bulundu. Bunların başında Türkleri incelemek ve Avrupa’nın tanımadığı bu toplum hakkında yaptığı gözlemleri metne dökmek de vardı. Türkiye’de bulunduğu süre içinde dikkatli gözlemler yaptı ve gözlemlerini dostu olan Macar diplomat Nicholas Michault’a yazdığı dört mektupta topladı.
Başta İstanbul olmak üzere Osmanlı ülkesinin dört bucağında uzun zaman geçiren Busbecq, o dönemde yaşadıklarını, gördüklerini, duyduklarını söz verdiği gibi dostu Machault’a mektuplarla anlattı. Kanuni’nin Hürrem’le ve şehzadeleri ile ilişkilerinden Rüstem Paşa’nın maddiyata düşkünlüğüne, Osmanlı ordugâhlarındaki düzenden hamam âdetlerine, sokaklardaki hayvanlardan güncel dedikodulara, yaşanan depremlerden dilencilere pek çok konuyu paylaşır. Busbecq’in arkadaşıyla dertleşmek için yazdığı bu mektuplar, Avrupa’da asırlar boyunca okunacak bir kaynak oldu.
Yola çıkarken Türkler hakkında yeterince bilgisi ve tecrübesi olmayan elçinin, İstanbul’a geldikten sonra Kanuni dönemi Osmanlısıyla ilgili her ayrıntıyı anlattığı mektuplar ilk kez Latince olarak 1595’te “Türk Mektupları” adıyla Paris’te basıldı. 1927’de de 3. İngilizce çevirisinden Derin Türkömer tarafından Türkçeye çevrilen kitap, Busbecq’in heyetinde yer alan ressam Melchior Lorichs’in aynı dönemde yaptığı çizimlerle birlikte geçtiğimiz günlerde İş Bankası Kültür Yayınları tarafından okuyucuya sunuldu.
Aslında bu yazılarının asıl sebebi Türklere nasıl karşı koyabiliriz sorusunun cevabını aramaktı. Bunu açıklarken arka planda 16’ncı Yüzyıl İstanbul’unun ve hayat şeklinin dürüst bir manzarasını ortaya koyuyordu.
Busbecq, bazı eleştiriler yapmakla birlikte, beğendiklerini de ifade etmekten kaçınmamıştır. Ordunun disiplini, Türk hamamları ve Türklerin beden temizliğine verdiği önem, giysilerinin rahatlığı ve renkleri, atları ile olan insancıl ilişkileri, Busbecq’i çok etkilemişti.
Busbecq mektuplarında Osmanlı‘da kadının hukuki statüsünden de bahsediyordu. Türk kadınının boşanma talebinde bulunabildiğini, bu yönüyle,Osmanlı’nın Avrupa’dan ileri olduğunu belirtmesi ilgi hak eden bilgiler arasında. Çağdaş gözlemciler geriye doğru yapılan tanımları boşa çıkartabiliyorlar.
Elçi Busbecq, her ne kadar bu toprakların Osmanlı’nın elinde harcandığını, hatta toprağın matem tuttuğunu, Hıristiyan kültürüne hasret içinde olduğunu düşünse de ‘yiğidi öldür hakkını ver’ cinsinden açıklamaları da var kitapta. Busbecq, zamanın korkulan ama çok saygı duyulan imparatorluğa, özellikle ordusuna hayranlığını açıkça ifade ediyor.
Türk Mektupları, gözleme dayandığı için roman gibi bir çırpıda okunabiliyor. Busbecq için, ‘sadece Osmanlı hakkında bilgi veriyor’ demek hata olur. O aynı zamanda bir Avrupalının ahlâk anlayışı ile Osmanlı’yı kıyaslıyor, yer yer özeleştiri yapmaktan da çekinmiyor.
Osmanlı’nın başarılı olmasının altında yatan nedenleri irdeleyen Busbecq, Osmanlının bu başarısını, adaletli olmalarına bağlıyor ve şöyle diyor: “Sultan’ın karargâhında tek kişi yoktu ki itibarını kendi meziyetlerinden başka bir şeye borçlu olsun, doğduğu aileden dolayı diğerlerinden farklı kılınsın. Kişiye, verdiği hizmetlere göre saygı gösteriliyor. Türk imparatorluğunda her insanın içine doğduğu şartları değiştirme imkânı vardır. İşte Türkler bu nedenle neye teşebbüs etseler başarılı oluyorlar. Sanatı ve bilimleri keşfeden bu topraklar, bizlere devrettiği medeniyeti geri almak için müşterek inancımız adına yabaniliğe karşı bizden yardım bekliyor. Ama hepsi boşuna. Hıristiyanlığı sahiplenenlerin akıllarında başka istekler hakim.”
Ogier Ghislain de Busbecq mektuplarında, Türklerin hangi renkleri uğurlu, hangi renkleri uğursuz addettiklerinden de bahsediyor. Siyahın kötü ve talihsizlik getiren bir renk olduğuna inanıldığını yazan Busbecq, “Türkler siyahın giyilmesini uğursuzluk sayıyor. Öyle ki paşalar bizi birkaç defa siyah elbiselerle görünce ciddi şikâyetlerde bulunmuşlardı. Pembe renk ise seçkinlik alametidir. Ancak savaş zamanı ölümün habercisi addedilir. Beyaz, sarı, mavi, menekşe, kurşuni ve diğerleri daha uğurlu renkler sayılır.” diyor. Makamı ne olursa olsun Türklerin kıyafetlerinin aynı olduğunu söyleyen Busbecq, “Rengârenk kıyafetler, her tarafta atlas kumaşların pırıltısı. Gözlerime böyle güzel bir manzara sunulmamıştı. Bütün bu ihtişamın içinde yine büyük bir sadelik ve tasarruf göze çarpıyor.” diyor.
Busbecq, İstanbul’da olduğu dönemde sarayda yaşanan olaylardan da haberdar. Dostu Machault’ya bunları da yazıyor: “Türk sultanlarının oğlu olmak büyük bir mutsuzluk, zira aralarından biri babasının yerine tahta geçtiğinde, bu diğerleri için kaçınılmaz bir ölüm demek. Onları zorlayan aslında hassa askerlerinin davranışıdır. Eğer tahta geçenin kardeşlerinden biri hayatta kalabilmişse bu askerler sultandan devamlı olarak ihsan talep ederler. Dolayısıyla Türk sultanları ellerini kardeş kanıyla kirletmek zorunda kalır.”
Busbecq, Türk yurdunun mimarisinden daima söz etmiş ve bu hususta dikkatini çekenleri şöyle yorumlamış:
“Türklerin bir özelliği de binalarında ihtişamdan kaçınmaları. Bu gibi şeylere önem vermeyi kendini beğenmişlik, gurur ve gösteriş addediyorlar -bunlar adeta insanın bu dünyada ebediyen var olmayı beklediğine işaret edermiş gibi. Evlerine, bir yolcunun hana baktığı gözle bakıyorlar. Onları hırsızlardan, sıcak, soğuk ve yağmurdan koruyorsa başka bir lüks aramazlar. İşte bu nedenle bütün Türk diyarında zarif bir eve sahip zengin bulmak zordur. Sıradan halk kulübelerde ve küçük evlerde yaşar. Ancak zenginler bahçe ve hamama düşkündür. Kalabalık ailelerini barındıracak büyük evleri vardır ama bu evlerde aydınlık revaklar, göz alıcı salonlar, muhteşem olan veya insanı cezbeden hiçbir şey yoktur.”
Türklerin misafirlere olan düşkünlüğü, tarihten bu yana süregelmektedir. İşte bu konu hakkında da Busbecq’in bilhassa hanlara dair görüşlerini yine mektuplardan şöyle öğreniyoruz:
“Bazen de bir Türk Hanında kaldım. Bunlar çok geniş ve ayrı ayrı yatak odaları olan gösterişli yapılar. Hıristiyan, Yahudi, fakir, zengin hiç kimse buradan geri çevrilmiyor, kapısı herkese açık. Paşalar ve sancak beyleri yolculukları sırasında buraları kullanırlarmış. Türk hanlarında her zaman bir saltanat sarayındaymışım gibi, misafirperverlikle karşılandım. Bu hanlardan konaklayanlara yemek verilmesi âdettir. Yemek zamanı bir hizmetkâr masa kadar kocaman bir tepsiyle çıkagelir. Tepsinin ortasında bir tabak etli bulgur, etrafında ekmekler ile bazen de bir petek bal olur.”
Busbecq, Türklerin hangi işlere yatkın olduğundan mesleki tecrübelerine kadar değerlendirmelerde bulunmuş. Özellikle dikkatini çeken hadiselerde gözlemlerine kendi yorumlarını da katmış. Bunlardan biri de Türklerin karakteristik özelliklerinde dinlerinin ne kadar etkili olduğuyla ilgili. Busbecq’in oldukça ilginç sözleri şöyle::
“Türklerin cesaretlerini fevkalade buluyordum. Gecenin karanlığına, ay ışığı olmamasına ve şiddetli rüzgârlara rağmen yola devamda hiç tereddüt etmediler. Kıyıdan suya uzanmış değirmenler ile kütüklerden ve ağaç dallarından dolayı sürekli tehlike içindeydiler. Kuvvetli rüzgâr, bulunduğum tekneyi sık sık ağaç köklerine suya uzanan dallara öyle bir şiddetle çarpıyordu ki her an parçalanmamız mümkündü. Hatta bir defasında güvertenin bir parçası büyük gürültüyle koptu. Yatağımdan fırlayarak gemicileri daha dikkatli olmaları için azarladım. Bana yüksek sesle verdikleri cevap sadece “Alaure” yani “Allah bizi korur” oldu.”
Türk mutfağını seven ve lezzetli sofralara konuk olan Busbecq’in, Türk yemek kültürüyle ilgili söyleyecekleri de elbet vardır:
“Türkler yolculuk sırasında ete veya sıcak yemeğe rağbet etmezler. Hoşlandıkları şeyler ekşitilmiş süt, peynir, kuru erik, armut, şeftali, ayva, incir, kuru üzüm ve vişnedir. Bu meyveleri temiz suda kaynatıp büyük toprak tepsilere koyarlar. Herkes bundan canının çektiğini satın alır. Meyveyi ekmeğin yanında katık olarak yerler. Sonra da suyunu içerler. Böylece yiyecek ve içecek çok ucuza mal olur –öyle ki bizde bir kişinin günlük yemek masrafı bir Türk’ün 12 günde harcayacağı paradan daha çoktur. Hatta resmi ziyaferleri bile genellikle böreklerden, çeşitli tatlılardan, yanına koyun eti ve tavuk ilave ettikleri muhtelif pirinç yemeklerinden ibarettir. ”
Türklerin seferde nasıl beslendiklerinden askerlik ve din anlayışlarına, hayvan sevgilerinden kadınlara dair tutumlarına kadar her detayı hiç atlamadan aktaran Busbecq özellikle kendi askerlerine hayıflanır:
“…Bütün bunlar size, Türklerin içinde bulunduğu şartlara karşı ne kadar büyük bir sabır, uyanıklık ve tasarrufla katlandığını gösterecektir. Seferde verilen alışılagelmiş yemeği beğenmeyen, özenle pişirilmiş zarif yiyecekler bekleyen bizim askerimizden ne kadar da farklı! Eğer arzuları yerine getirilmezse başkaldırıp kendi kendilerinin mahvına sebep olurlar. İstedikleri verilse bile yine kendilerini aynı şekilde perişan ederler. Çünkü her insanın baş düşmanı kendisidir ve aşırı olmaktan daha amansız bir hasmı yoktur. Düşman canını almakta gecikse de onu bu ölçüsüzlüğü yok eder. Türklerin düzenini bizimkiyle kıyasladığımda geleceğin başımıza getireceklerini düşünüyor ve ürküyorum… Onlarda güçlü bir imparatorluğun bütün kaynakları, yıpranmamış bir güç, dövüşte ustalık ve tecrübe, savaş görmüş askerler, zafere alışkanlık, zorluklara tahammül, beraberlik, düzen, disiplin, kanaatkârlık ve tedbir var. Yoksulluk, kişisel israf, zayıf bir güç, maneviyat bozukluğu, tahammülsüzlük, eğitimsizlik ise bizde. Asker itaatsiz. Subaylar para canlısı. Disiplin küçümseniyor. Başıboşluk, umursamazlık, ayyaşlık ve ahlaksızlık yaygın. En kötü olan da şu: düşman zafere alışkın biz ise yenilgiye. Sonucun ne olacağından şüphe edebilir miyiz ?”
Busbecq’in mektupları, önemini ilk yayımlandığı yıllardan beri koruyor. Şahit olduklarını gerçeklerden çok uzaklaşmadan kendince yorumlayıp sunan bu diplomat, aynı zamanda Türklerin lale düşkünlüğünü dünyaya tanıtmıştır.
BUSBECQUE’Yİ ZİYARET
Yönetmen Sacit Şahin, Yapımcı İsmail Elden, kameramanlar Ercan İşsever, Orhan Aybertürk, Hayrettin Demir, Murat Balcı, son çekimlerini bu belgeselde yapan rahmetli Mehmet Türkoğlu ve Veyis Güngör ile gittiğimiz Busbecque kasabasında, O’nun hatırasına dikilen bir anıt önünde yaptığımız çekimden sonra, hemen yakında olan bir kilisenin önündeki bir bankta soluk alıyorduk.
Veyis Güngör, Busbecq’i doğduğu kasabadaki anıtı önünde TRT’ye anlatırken
O sırada kiliseden çıkan bir bayan üzerimize doğru yürümeye başladı. ‘Eyvah, buradan kovulacağız’ korkusu yaşarken, gelen bayan bize ‘Sanırım Busbecq hakında çalışma yapıyorsunuz. Buyurun kiliseye gelin, orada kendisine ait anlatılacak çok şey var’ dedi.
Busbecq’in mezar yeri bilinmiyordu. Busbecq sokaklarında ondan geriye kalan izleri araştırırken uğradığımız kilise görevlisi bize, kalbinin kiliseye gömüldüğünü söyledi. Yaşarken birçok defa uğradığı ve yardım ettiği kilisede ondan kalan son ize rastlamıştık. Böylece de, bugüne kadar bilinmeyen Busbecq’in mezarını da bulmuş olduk.
BUSBECQ İÇİN GENEL KANAAT
Türk tarihine altın harflerle girmesi gereken Busbecq hakkında bildiklerimizi analiz ettiğimiz zaman, gerek yazdıkları ve gerekse yaptıkları ile bizde bıraktığı genel kanaat için Veyis Güngör şunları söylüyor:
“Örnekleri okudukça, insanın şöyle diyesi geliyor: Sanki onaltıncı yüzyılda, bize ait olan özellikler, hasletler, yirminci ve yirmibirinci yüzyılda Avrupa’ya geçmiş. O gün yani onaltıncı yüzyıl Avrupa’sının özellikleri de ne yazık ki, bize yani yirmibirinci yüzyılda Türklere geçmiş gibi. Böyle çarpık ve anlaşılması zor bir durum var ortada. Mesela, Busbecq, onaltıncı yüzyılda iş ahlakından bahsediyor. ‘Türkler, bir işe ehil olmayanı kesinlikle almazlar’ diyor. Yani bir kişi işe alınacaksa, onun amcası, dayısı varmış ya da soylu bir aileden geliyor olması önemli değildir. Tek baktıkları kriter, bu kişinin bu işi yapıp yapmayacağı, bu iş alanında tecrübesi, bilgisi, ehliyeti var mı, yok mu, buna bakıyorlar, İşte, ‘Türklerin başarısı budur’ diyor Busbecq.”
BUSBECQ LÂLE’Yİ KAZANDIRDI
Busbecq’in, yazdıkları ile Türkiye’yi ve Türkleri onurlandırmasının yanında, Türk lâlesinin, Hollanda kanalıyla tüm dünyada ünlenmesinde oynadığı rol da inkâr edilemez.
Ogier Ghislain de Busbecq aynı zamanda bir bitki uzmanıydı. Türkiye’de kaldığı 7 yıl içerisinde özellikle endemik bitkiler üzerinde araştırmalar yapmış, özellikle o dönemde Avrupalıların tanımadığı lâle ve nergis ilgisini çekmiş ve bu bitkinin soğanlarını dönemin önemli bir botanik uzmanı olan arkadaşı Charles de l’Ecluse’e göndermişti. Daha sonra Leiden üniversitesinde botanik profesörü olan l’Ecluse, laleyi geliştirerek Hollandalılara tanıtmıştı.
Hollanda’da yaklaşık olarak 40 yıl içinde lale büyük beğeni toplamış ve 1636-1637 yıllarında lâle soğanları astronomik fiyatlarla alıcı bulur hale gelmiştir. Bunu bir bakıma Hollanda’nın lâle devri saymak mümkündür. Alexandre Dumas‘ın Siyah Lâle adlı romanı da Hollanda’daki lâle devrine ilişkindir. (Ancak romanın konusu 1672 yılında geçmektedir.) Bizim lale devrimiz ise bundan hayli sonra 1718-1730 yılları arasındadır. Bu suretle, 16’ncı yüzyılda Avrupa’ya giden lale 18’inci yüzyılda bu kez Avrupa’dan ithal edilmiş oldu.
Hollanda’nın uzun tarihi boyunca ikili ilişkilerde hep dost kaldığı nadir ülkelerden biri Türkiye’dir. Türkiye ile Hollanda arasındaki 400 yılı aşan resmi ilişkilerin yanı sıra, bir başka ortaklıksa lâlenin öyküsünde gizlidir. Lâle, 1612’de başlayan resmi ilişkilerden yaklaşık 50 yıl önce Hollanda’ya ulaşmış ve çok sevilmişti.
16’ncı yüzyılda dünyada var olan iki büyük gücünden biri Türkiye, diğeri Avusturya’ydı. Avusturya, iki ülke arasında barışı temin etmek üzere seçkin bir diplomat olan Busbecq’i İstanbul’a elçi olarak göndermişti. Busbecq İstanbul’da kaldığı 7 yıl içerisinde hem barışı sağlamış, hem de gözlemler yapmıştı. 1563 yılında dönemin Avusturya elçisi Busbecq, görevini tamamlayıp İstanbul’dan ayrılırken yanında bazı el yazmaları, ülkemizde yetişen bitkilerin soğanları ve tohumları da vardır. Bunların özellikle lâle ve nergisin soğanlarını, önce Viyana’ya sonra da botanik uzmanı arkadaşına vermek üzere Hollanda’ya götürdü.
Busbecq’ten alınan lâle soğanları, Leiden Üniversitesi’nin botanik bahçesine ekilmişti. Ziyaret ettiğimiz botanik bahçede, rektör Paul Kessler bize soğanların ekildiği yeri gösterdi.
Leiden Üniversitesi botanik profesörü olan Charles de l’Ecluse, üniversitenin araştırma bahçesinde bu soğanları ekti ve kısa sürede yeni türler geliştirdi. Lale Hollandalılar tarafından çok sevildi. Halkın ilgisi dolayısıyla kısa sürede ülke içerisinde bir lâle ekonomisi gelişti.
Lâle soğanları elden ele dolaşmakta, hem üretici hem de tüccarlar büyük gelirler elde etmekteydi. Özellikle 1636 yılından başlayarak iki sene lale fiyatları astronomik rakamlara ulaşmıştı. O 2 yıl için sonradan “Hollanda’nın lale devri” benzetmesi yapılmıştı.
Lâle tutkusu öyle bir hale gelmişti ki, bir lale soğanına bir ev verildiği olmuştur. Hollanda kısa sürede dünyanın en büyük lale üreticisi ve ihracatçısı oldu.
Mart ayıyla birlikte Hollanda’nın kırsalı lâle mevsimine girer. Uçsuz bucaksız tarlalar rengarenk çiçeklerlerle süslenir.
16’ncı yüzyılda İstanbul’dan getirilerek üretimi başlayan lâle o günden beri Hollandalıların hayatında önemli bir yer tutmaktadır.
Lale hâlâ dünyada en çok Hollanda’da üretiliyor. Aynı zamanda turistlerin Hollanda’ya gelme sebeplerinden biri olarak da ekonomiye katkı yapıyor.
KEUKENHOF ÇİÇEK FUARI
1949 yılında açılan Keukenhof çiçek bahçesi her yıl 1,5 milyon turisti ağırlıyor. Kapıları, Mart sonundan Mayıs sonuna kadar açık olan 32 hektar büyüklüğündeki Keukenhof bahçesi, 7 milyon lâle ekiminin yanı sıra dünyanın dört bir yanından getirilen bitki çeşitleriyle doğanın tüm renklerini bir arada sunuyor.
7 bin soğanlı çiçek çeşidinin yanında, sezon boyunca parkın içinde yer alan seralarda, çiçek tanzim ve şovları da son derece ilgi çekiyor. İki ay süren ziyaret dönemi içerisinde bir çok etkinlik ve tanıtıma yer veriliyor. 80 kadar çiçek yetiştiricisi katılımcı firma, her yıl farklı gösteriler sunmak için 2 ay süren bu sezonluk görsel şölen için, yıl boyu çalışmalarını sürdürüyorlar.
Keukenhof’taki etkinliklerin en önemlisi Bloemencorso resmi geçidi…
Bloemencorso ‘Çiçek alayı’ anlamına geliyor. Bu tören özellikle lale soğanının Hollanda’ya getirilişini kutlamak için başlatılmış. Sonraki yıllarada tam bir çiçek festivaline dönüşmüş. Fakat lale tabii ki yine başrolde.
Çiçek alayı her Nisan ayının üçüncü Cumartesi günü yapılıyor. Noordwijk kasabasından sabah 9 da başlayıp Kuzey’e doğru 40 km’lik yolu kat ettikten sonra saat 21’de Haarlem şehrinde son buluyor.
Cumartesi yaklaşırken Noordwijk’te hazırlanan çiçek arabaları birbiriyle yarış halinde…
Bu titiz çalışmada ortaya çıkarılan araçlar, 12 saatlik bir kortej geçişinden sonra eski haline dönecek. Günün sonunda, en güzel kompozisyonun seçilmesi, ayrı bir motivasyon sağlasa da bütün çaba çiçek alayının daha görkemli olması için…
Her yıl belli bir tema seçilip, kompozisyonlar temel olarak bu tema etrafında şekilleniyor.
Lale soğanlarını taşıyan posta arabası, bizim de takip ettiğimiz bir Lâle Festivali sırasında sembolik olarak bahçaye kondu. Fotoğrafta Lahey Büyükelçimiz ve eşi, Festival’i organize eden Belediye Başkanı ve eşi ile sembolik posta arabası görülüyor
İlk kutlamada 1960 yılında Busbecq’in İstanbul’dan bir posta arabasıyla lale soğanlarını Hollanda’ya getirişi, aynı koşullarla tekrar edildi. Posta arabası 30 Mart 1960 günü İstanbul’dan büyük törenlerle ayrıldıktan sonra, 400 yıl önceki rotayı takip etti. Selanik, Belgrat, Graz, Salzburg, Münih, Frankfurt, Bonn ve Lahey şehirlerinden geçtikten sonra 38 günde Rotterdam’a ulaştı ve büyük bir törenlerle karşılandı..
TRT’deki Busbecq programını izlemek için aşağıdaki link ile arama yapınız:
İtalya’da Sicilya Müslümanları ve İspanya’da Müslüman Devleti bölümlerinden sonra Busbecq’i izleyebilirsiniz