«TARİHÎ VE KÜLTÜREL DERİNLİĞİYLE İPSALA’YA BİR BAKIŞ»
Prof. Dr. Ahmet GÜNŞEN
Trakya Üniversitesi
Edebiyat Fakültesi
«Kendinize memleketim ve milletim benim için ne yapar, diye sormayınız; memleketim ve milletim için neler yapabilirim, diye sorunuz.»
John F. Kennedy
I. İlk Çağlarda/ Türklük Öncesi İpsala
TRAKLAR DÖNEMİ
İpsala’nın bilinen tarihi esas itibariyle Traklarla başlar. Bu da MÖ 4000 yıllarına kadar uzanır. Traklar, İpsala kadar, onun da bir parçası olan Trakya için de çok önemli bir millet ve medeniyetin adıdır. Zira Traklar, Trakya’ya da adını veren bir kavimdir.
Traklar, MÖ 4.000 yıllarından itibaren Doğu ve Batı Trakya’yı, Bulgaristan’ı ve Makedonya’yı kapsayan geniş bölgede yaşıyordu. Traklar, bölgenin Roma işgaline uğradıkları MS 46 yılına kadar varlıklarını sürdürmeyi başardılar.
Trakların bölgenin yerli kavimle-rinden mi oldukları, yoksa sonradan bölgeye göç etmiş bir kavim mi oldukları konusu tartışmalıdır.
Balkanlar ve bugünkü Trakya bölgesine kuzey yoluyla Asya’dan geldikleri, hatta «Türk» ile «Trak» adlarının fonetik bakımdan benzerliğine dayalı olarak Türk kökenli oldukları da ileri sürülmektedir.
Doç. Dr. Halûk Berkmen, Trakya bölgesine bir dönemde yerleşmiş olanların Tur ve Ok boyları olduğunu , Trakya sözünün ise Tur- Ok-Öyü (Tur ve Ok’ların bölgesi) kök sözcüklerinden TUROKYA veya Trakya şekline dönüştüğünü söyler. Berkmen’e göre, Yunancada u sesi bulunmadığından bölgeye hakim olan Yunan kültürü Turokya adını Thrakia şeklinde telaffuz etmiştir.
Ancak, Trakların yaşadığı bölgede yapılan arkeolojik kazılardan elde bilimsel veriler, Trakya’nın antik çağlardaki bu halkının Hint-Avrupa kökenli bir kavim olduğunu söylemektedir.
Yazılı dil verilerinin çok az olması nedeniyle dilleri hakkında çok fazla bilgi edinmenin mümkün olmadığı Traklardan kalan özel isimler, yer adları, tanrı adları ve çok kısa bir metin onların dillerinin Satem grubuna girdiğini ve İllirce ile birlikte, Slave ve Balto-Slav dilleriyle ilişkili olduğunu göstermektedir.
Bilindiği gibi, MÖ 73’te bir Thrak kahramanı, esirlerin Romalılara karşı ayaklanmasına önderlik ederek ölümsüzleşmiştir. Bu kişi, Spartaküs adıyla bilinen gladyatörden başkası değildir.
Heredot Tarihi’nde Traklar için şu bilgileri buluruz: “Hintlilerden sonra en kalabalık olanlar Trakyalılardır. Bir tek adamın komutasında ya da tek iradeyle hareket etseler, hiç yenilmez ve bence, milletlerin en güçlüsü ve en kalabalığı olurlardı.”
Homeros, İlyada adlı destanında, Trakyalıları «at besleyen», «at yetiştiren» bir kavim olarak andığı gibi, Trak kralı Rhesos’un atları için; “Onun atları gibi güzel ve iri görmedim. O atlar, yel gibi giderler ve kardan beyazdırlar.” demektedir.
Trakya’ya elçi giden kişilere atların armağan olarak verildiği Yine Homeros’tan, Traklara elçi olarak gelenlere at armağan edildiğini de öğreniyoruz.
Ksenephon’un “Anabasis” (Onbinlerin Dönüşü) adlı eserinde, bir Trak kenti olan Perinthos (Marmara Ereğlisi) halkının orduya yetişmiş atlar verildiği yazılmaktadır. Muhtemelen buna önemli bir Trak kenti olan Kipsala (İpsala)’yı da ekleyebiliriz.
İyi at yetiştiren bir kavim olan Trakların, atlarına çok önem verdikleri, hatta öldüklerinde kendileri için tümülüsler yaptıkları gibi, atları için de tümülüs yaptıkları ya da kendileriyle birlikte atlarını da gömdükleri bilinmektedir.
Trakya’da, özellikle Edirne ve Kırklareli illeri çevresinde yoğun olarak görülen bazıları anıtsal nitelikli, bazıları irili ufaklı yığma tepelerden “tümülüs” denilen mezar tepeleri ile «dolmen» adı verilen büyük iri taşların yan yana getirilerek ve sonra üzeri tekrar iri bir taşlarla örtülerek yapılan anıtsal mezar tiplerinin ilk örneklerinin Traklara ait olduğu bilinir. Bu anlamda, Trakya’da en erken tümülüs MÖ 1300 yılına tarihlenen Kırklareli’de bulunan Taşlıbayır Tümülüsü’dür. . Dolmen tipi mezarlar daha sonra bırakılmakla beraber, tümülüs geleneği Roma döneminin sonuna kadar (MS 395) devam etmiştir.
Traklar çeşitli kabileler hâlinde yaşamışlar ve hiçbir zaman bir birlik oluşturamamışlardır.
Türkiye Trakyasında yaşayan en önemli iki Trak kabilesi vardır. Bunlardan biri «Ast»lar bir diğeri de «Odyris»lerdir.
Astlar Istranca Dağları’nın eteklerinde oturan büyük bir kabileydi. En önemli merkezlerinden biri Byzye kentiydi. Bugün bu kent Kırklareli’nin Vize ilçesidir.
Odyrisler Trakya’da yaşayan en büyük ve en önemli kabiledir. Bugünkü Tekirdağ sahil kesimi ile İpsala sınır kapısının batısına kadar olan bölgede yaşamaktaydılar.
MÖ 547 yılında doğudan gelerek Anadolu’yu saran Pers istilasından Trakya da nasibini almıştır. Pers Kralı Dareus MÖ 514-513 yıllarında Tuna’nın kuzeyine kadar ilerlemiştir. Bu sırada Istrancaların batısında büyük su kaynaklarının, yani Ergene Nehri’nin doğduğu alanda ordusunun kamp kurduğu bilinmektedir.
MÖ 476 yılında Persler Kimon tarafından yenilgiye uğratılarak Trakya’dan çekilmişlerdir. MÖ 352 yılında Makedonya Kralı II. Philip (İ.Ö.359-336 ) Batı Trakya üzerine yürüdü. Kypsela’dan (İpsala) Perinthos’a (Marmara Ereğlisi) kadar olan sahil bölgesi o dönemde Odyris Krallığı’nın hâkimiyetindeydi. Odyris kralı da Kersepleptes’ti.
Perinthos (Marmara Ereğlisi) kentini kuşattıysa da kenti ele geçirmeye muvaffak olamadı. II. Philip’ten sonra yerine geçen ve Hindistan’a kadar sefer yapan oğlu Büyük İskender Perinthos’u ele geçirdi. Perinthos’ta darphane kurarak kendi adına para bastırdı.
Roma dönemine kadar Trakya Makedonyalıların hâkimiyetinde kalmıştır.
II. Türk Kültür ve Hâkimiyetinde İpsala
“Gelibolu’nun fethiyle birlikte (1354) Osmanlılar Trakya’ya yönelik akınlarını derhal genişletmişlerdir. Osmanlı akınlarının sol koluna kumanda eden Evrenos ve Hacı İlbey kuvvetlerinden birincisi Malkara ve İpsala’yı, Hacı İlbey de bizzat güneye, yani sahile inerek Dedeağaç’ı (Meğri-Makrı) ele geçirmiş, daha sonra da (1361) çift surlu Didymoteichos’u (Dimetoka) zaptetmişlerdir.” (İ. Uzunçarşılı, Osmanlı Tarihi, C 1, s. 134)
“Orhan Gazi, saltanatında Bursa’yı Rumların elinden kurtarıp, Edirne’nin fethine gayret etmiştir. Edirne’nin ikinci hükûmet merkezi olmasına karar verip bizzat Hacı Bektaş-ı Veli’nin huzurunda Gülbank-ı Muhammedî çekilip Fatiha okundu. Hacı Bektaş-ı Veli kendisi ve üç yüz dervişi ve yetmiş askerinden Ece Yakup, Hale Dede, Yalvaç Dede, Karamürsel, Kara Hoca, Kara Ören, adlı gaziler Kapıdağı’ndan sallar ve keleklerle besmele çekip Rumeli’ye geçtiler.
“… Kısaca 7 senede Türk askerleri yetmiş tane sağlam kale alıp savaş hünerlerini dost ve düşmanlarına göstermişlerdir. Sonra Süleyman Şah ava meraklı olduğundan bir turnaya şahin salıp avlamaya atıyla hızla giderken atından yuvarlanıp Allah’ın (C.C) emriyle rahmete kavuşup öldü (1360).
Bunu duyan kâfirler kızıl yumurtalar boyayıp bayram ettiler. Onlar bayram ederken İslam askerleri mahzundu. Bundan sonra 1.Murat derhâl İstanbul ve Edirne yakınlarına varıncaya kadar baskınlar yaptılar ki Rumlar, Edirne’den çıkamaz oldular. İPSALA dışına çıkan gaziler yine bol ganimet alıp İPSALA’ya dönerlerdi.”
“Eksmil Doğusunda mamur köyler içinden geçip İPSALA KALESİ’ne geldik. Hicri 758 (Miladi 1356) senesinde burayı Edirne Kralı elinden Gazi Süleyman Paşa fethedip Cuma Namazını burada kıldığından “İbtidâ Salâ” galat olarak adı “İPSALA” kalmıştır. Fethinden sonra Rumların eline düştüyse de tekrar 1.Murat zamanında Lala Şahin Paşa tarafından geri alınmıştır.”
“Hâlâ Rumeli eyaletinde 150 akçelik kazadır. Yeniçeri serdarı, sipahi, kethüda yeri vardır. Meriç, Tunca ve Arda nehirlerinin birleştikleri geniş ve verimli yerde şirin bir şehir olup Ferecik şehrinin doğu tarafında ve ovaları bir konak kadar bir mesafededir. İPSALA’dan Ferecik’e gitmek isteyen buradan gemilere, sallara binip karşıya yarım saatte ulaşırlar. Deniz gibi bir nehirdir.”
İpsala’ya Türk-İslam kültür coğfafyasında bir yer ve kimlik kazandıran dönem, hiç şüphesiz Osmanlı dönemidir. Ancak, İpsala’nın Osmanlı kültür mirası adına zamanımıza ulaşan maalesef çok az eser kalmıştır.
ALACA MUSTAFA PAŞA CAMİİ
İlçe merkezinde bulunan Alaca Mustafa Paşa Camii’nin kitabesi günümüze ne yazık ki ulaşamamıştır. Bu sebeple yapım yılı ve kim tarafından yapıldığı bilgisine ulaşılamamıştır. Osmanlı’nın Gelibolu’dan sonra Trakya üzerinden Rumeli’ye akınlar düzenlediği ilk yıllarda yapıldığı düşünülmektedir. Akıncı beylerinden Alaca Mustafa Paşa adına yapıldığı kabul edilmektedir.
“Bilindiği üzere cami, imaretin yanı sıra İslam şehrinin çekirdeğini oluşturan en önemli iki fizikî unsurlardan biridir. Osmanlı Müslümanlarının ikamet ettiği her meskûn mahalde bir cami veya mevzuubahis olan erken dönem Osmanlı şehri mahallelerinde olduğu gibi bir mescit mevcuttur ve bu yapının konumu her zaman meskûn mahallin ortasındadır. Zira her yerleşim biriminin çekirdeği, o yerde oturanlar için, en kısa zamanda ulaşılması mümkün, mesafe bakımından da en âdil ve en münasip toplanma yeridir.” (Şakir-Taş 2009: 47)
“İpsala ve Vize’de sadece ‘cami’ isimli mahalleler vardır (İpsala’da ‘Câmi-i nev’ ve ‘Câmi-i köhne; Vize’de ise ‘Câmi’). (…) Fakat mezkûr şehirlerin mahallelerinde ikamet eden imam ve müezzinler ve isimlerine ilaveten düşülen bazı şerhler, buradaki dinî yapıların varlığı ve sayısı hakkında sarih bilgi verebilecek mahiyettedir. Mesela 890/1485’te 7 mahalleden oluşan Kızılağaç’ta (toplam nüfus: 61 hâne ve 5 mücerreddir) 7 imam ve 5 müezzin, 925/1519’da 14 mahalleden oluşan İpsala’da (toplam nüfus: 537 hâne ve 169 mücerreddir) ise 15 imam ve 11 müezzin yaşamaktadır.” (Şakir-Taş 2009: 47)
“Rumeli şehirlerinin nüfus yapılarında gözlemlenen oynamalar, bölge demografisinin ortak niteliği durumunda olup, Osmanlı topraklarındaki beşerî potansiyelin, daima harekete hazır veya hareket hâlinde olduğuna işaret etmektedir.
Ayrıca, Avrupa istikametinde ilerleyen fetih dönemi boyunca uç bölgelerinin durmaksızın Batıya doğru kayması, Rumeli’deki şehirlerin belirli bölgelerinin belirli zamanlarda aşırı ehemmiyet kazanmasına, sonra da stratejik konumlarını yitirince, kan kaybetmesine yol açmıştır.
Muhtemelen incelediğimiz coğrafya dâhilinde yer alan Kızılağaç ve Vize gibi kasabalar (bkz. Tablolar No. 11, 12 ve 17) buna benzer sebeplerden dolayı XVI. yüzyılın ikinci yarısında küçülmeye, Ergene, Bolayır, İpsala ve Ferecik gibileri de, büyümeye başlamıştır.” (Şakir-Taş 2009: 52)
“925/1519 tarihli defterin kayıtlarında Edirne’nin çoğu mahallelerinde veled-i Abdullah’ların mevcudiyeti gözlemlenmektedir. Zincirli Kuyu’da 10, Demir Koğa’da 12, Kiremitçi Hacı Halil’de 11, Sarraf Hacı Ahmed’de 8, Şeyh Şücâ’da 9 vs. (bkz. Tablo No. 18).
İslamlaşma süreci, XIV. yüzyılın ikinci yarısından itibaren Rumeli’nin tüm Osmanlı şehirlerinde durmaksızın devam etmiştir. Bununla ilgili tetkik ettiğimiz misallerden mühtedi oranı açısından en çarpıcı olanı belki de İpsala’dır. XVI. yüzyılın başlarında şehrin 537 hane ve 169 mücerredden oluşan ahalisinin isim kayıtlarından 147’si veled-i Abdullah’tır.” (Şakir-Taş 2009: 60)
“İpsala’da Sultan Murad câmii
Murad II’ın İpsala’da bir câmii olduğunu, fakat bunun ayrıca evkafı olmayup Edirne’de Murâdiye vakfına bağlandığını, İpsala’daki dört köyün de (Osmanlu, Hisarlu, Çavuş, Elücek) Murâdiye evkafı olarak kaydedildiğini tahrir defterlerinde görüyoruz. Çok eskiden ortadan kalkmış olacak ki, Bâdi Ahmed efendi, bundan hiç bahsetmemekte, ancak Husrev kethüdâ’nın mimar Sinan tarafından başlanmış bir kervansarayının zikredildiğini bildirmektedir [124]. Bu itibarla, biz de, İpsala’daki Sultan Murâd câmiinin 895’de İpsala kadısı Abdüsselam marifetiyle mimar Savcı tarafından yapılmış bir tamirin muhasebe kayıtlarını buraya dercetmekle iktifa edeceğiz. Bu kayıttan anlaşılıyor ki, bu câmi, Bayezid II. Devrinde oldukça esaslı bir tamir görmüş, beş aya yakın bir zamanda, hazineden 50.000 akçe verilmek suretiyle 48.942 akçe sarf olunmuştur.” (Gökbilgin 1952: 221)
“İpsala (Şeyh Musliheddin İpsalavî) Medresesi. Her ne kadar incelediğimiz kaynaklarda bir İpsala medresesine rastlanmasa da, böyle bir kuruluşun var olduğu hakkında ciddi ipuçları bulunmaktadır. Taşköprüzade ve Edirneli Mecdi’nin ele aldıkları Şeyh Musliheddin İpsalavî’nin hayat hikâyesinden, söz konusu âlimin ‘Küçük Müderris’ lâkabıyla tanındığını, İpsala’da birçok öğrenci odası yaptırıp bunlara yerleşen gençler ile İpsala Camii’nde ‘fen’ talebelerine ve ilim hatîplerine ders verdiğini öğrenmekteyiz (Şekâ’ik, s. 248; Mecdî, s. 261).
Bilindiği üzere medrese eğitimi esas itibariyle medrese binasında yapılması gerekmemektedir ve eğitim, müderris ve öğrencilerin düzenli şekilde barınabilecekleri bir yerde her zaman yürütülebileceğinden, fethedilen yerlerde zuhur eden ihtiyaca cevap verecek eğitimin câmi, zâviye veya hocaların evlerinde de yapıldığı olmuştur. Bize göre, câmide ders veren İpsalalı Küçük Müderris misalinde böyle bir durumla karşı karşıyayız.
Bilindiği üzere medrese eğitimi esas itibariyle medrese binasında yapılması gerekmemektedir ve eğitim, müderris ve öğrencilerin düzenli şekilde barınabilecekleri bir yerde her zaman yürütülebileceğinden, fethedilen yerlerde zuhur eden ihtiyaca cevap verecek eğitimin câmi, zâviye veya hocaların evlerinde de yapıldığı olmuştur. Bize göre, câmide ders veren İpsalalı Küçük Müderris misalinde böyle bir durumla karşı karşıyayız.
Kaynaklarda bu devirde kurulmuş bir İpsala medresesinden bahsedilmemesinin sebepleri, böyle bir kuruluşla ilgili herhangi bir vakıf kaydına rastlanmamasından kaynaklanıyor olmalıdır. Semâniyeye müderris olarak davet edilmesine rağmen memleketinde kalmayı tercih eden İpsalavî, büyük ihtimalle kendine ücret talep etmeksizin çalışmıştır. Şeyhin ölümüyle, müesseseleşecek bir mekanizmaya sahip olmayan öğretimi de, yani Şeyh Musliheddin İpsalavî Medresesi de ortadan kalkmıştır.
“Şeyh Musliheddin İpsalavî, İpsala’da ‘Küçük Müderris’ lâkabıyla tanınırdı. Adı geçen şehirde birçok öğrenci odası yaptırıp bunlara yerleşen gençlere ders verdi. İlm-i zâhirde gösterdiği maharetlerle meşhur oldu. Anlatılanlara göre, İpsala Camii’nde ‘fen’ talebelerine ve ilim hatiplerine ders vermeyi âdet edinmişti. Sahn Medreselerine hoca olarak davet edildi, fakat padişahın bu lütfunu cüretkârca kabul etmedi (Taşköprüzade’ye göre İpsala’da, Mecdî’ye göre ise) Edirne’de vefat edip, Debbâğlar İmamı olarak bilinen Şeyh Musliheddin’in mezarı yakınında defnedildi.” (Şekâ’ik, s. 248; Mecdî, s. 261) ) (Şakir-Taş 2009: 168)
İpsala şehri mahalle nüfusunun 925/1519 tarihli 77 Numaralı Tahrir Defteri’ne göre bazı dinî, sosyal ve meslekî durumlarına göre dağılımı
Mahalle Adı | Hane | Mücerred | Dul | Hacı | Mühtedi | Azat | Meslekler, Unvanlar, Lâkaplar |
Hoca Hamza=Cami-i Nev | 28 | 10 | – | 2 | 7 | 1 | İmam, müezzin, hafız (şıracı), 2 hallâç, derviş, kassâb, yağcı, müsellem eşkünci, gulâm, Anadolî |
Sarrâç İlyas | 62 | 18 | – | 11 | 18 | 1 | İmam (fakih), müezzin, imam ve müezzin-i mahalle-i Yusuf-ı Siyah, kâtib, derviş, bâzdâr, tabbâl, çanakçı, debbâğ, müsellem yamak, yağcı, müslim-i nev, savcı (?), İslam, Rûm |
Cami-i Köhne | 30 | 8 | – | 2 | 6 | – | İmam (fakih), müezzin, ahî, kethüdâ, bazarlı, 3 küreci, serrâç, korucu |
Mevlâna Muslihuddin | 21 | 5 | – | 4 | 6 | – | İmam, müezzin, halîfe (hatîb) |
Debbâğîn | 26 | 14 | – | – | – | 1 | |
Bayram Bey | 33 | 16 | – | 4 | 9 | 2 | İmam (fakih), müezzin, şeyh, kayyım-i cami, habbâz, Acem |
Köprü | 54 | 21 | – | 3 | 12 | 1 | İmam, müezzin, kethüda, defterî, dede, arabacı, neccâr, müsellem yamak, yamak yörük, 2 yağcı, Anadolî |
Müderris= İdris | 21 | 9 | – | 3 | 7 | – | İmam, müezzin, doğancı, küreci, re’is-i azebân, 2 eşkünci |
Hacı Ebru | 47 | 17 | – | – | 8 | – | İmam, müezzin, eşkünci, 2 yamak müsellem, güreşçi, korucu, 3 yağcı, |
Hasan Halife | 10 | 8 | – | – | 2 | – | İmam, nâzır, müsellem yamak, yamak Yörük |
Kazancı | 31 | 9 | – | – | 17 | – | İmam, kethüda, yamak yörük, 3 müsellem yamak, defterî, boyacı |
Mübarek Şah | 47 | 14 | – | 1 | 19 | – | İmam (fakih), müezzin, defterî, kethüda, atmaca, bâzdâr, yağcı, 2 küreci, Menteşe |
Akarca=Kurşunlu | 49 | 7 | – | 3 | 12 | – | İmam (fakih), 2 yamak yörük, 3 müsellem eşkünci, küreci, yağcı, hayyât, marîz |
Kapıcı | 75 | 13 | – | 2 | 22 | – | İmam, müezzin, defterî, dede, yamak yörük, bazarlı, hayyât, Aydın |
Karye-i Kulak Ali | 3 | – | – | – | 2 | – | defterî |
Toplam | 537 | 169 | 0 | 35 | 147 | 6 | |
937/1530 tarihli 370 Numaralı Tahrir Defteri’ne göre (s. 1-66, 78-84, 245-263, 268-298) İpsala şehir ve kazasının nüfus ve vergi hâsılları:
Şehir (Ş) / Kaza (K) | Müslim Hâne | Müslim Mücerred | Gebrân Hâne | Gebrân Mücerred | Bîve | Kurrâ (köy) | Hâsıl |
İpsala (Ş) | 580 | 155 | 1 | – | – | – | 69.380 |
İpsala (K) | 964 | 229 | 243 | 11 | – | 40 | 168.800 |
12, 20, 75, 77 ve 494 numaralı tahrir defterlerinde İpsala’da kayıtlı fakih, şâkird, sofu, kâtib, müderris, muallim ve imamlar:
Şehir | Tarih | Hâne+Mücerred | Fakih | Molla | Şâkird | Sofu | Kâtib | Müderris/Muallim | İmâm |
İpsala | 1519 | 537+169 | 5 | – | – | – | 1 | – | 13 (5f) |
12, 20, 75, 77 ve 494 numaralı tahrir defterlerinde tasavvuf ehline ait lâkap kayıtlarının İpsala kazasına göre dağılımı:
Şehir | Tarih | Derviş | Sofu/Pîr | Şeyh | Dede | Ahi | Abdal |
İpsala | 1519 | 2 | – | 1 | 2 | 1 | – |
OSMANLI DÖNEMİ SU KEMERLERİ
Osmanlı dönemine ait su kemeri, ne yazık ki doğanın yıpratıcılığından günümüze yapı kayıpları ile ulaşabilmiştir. Osmanlı’nın gittiği yerleri abat etmek, imar iskan faaliyetlerinin nişanesi olan bu su kemeri emsalleri içinde arasında bir yere sahiptir.
Yığma taş işçiliği gözlemlenen yapı, bir su kemeri ve sur birlikteliği özelliği gösterir. Akarsuyun taşma zamanları gözetilerek yapılan su kemerinin, kemer aksamları geniş tutulmuş ve kesme taştan yapılmıştır. Bu genişlikte bir kemerin yükünü sadece kilit taşının yükleniyor olması, kilit taşının ne denli maharetle bağlandığını da ortaya koymaktadır. Bu su kemerlerinden geriye sadece bir örnek ulaşabilmiş ve o da doğanın açık tahribatı karşısında kurtarılmayı beklemektedir.
İpsala’da Yörükler
“İpsala’da Solak Ali köyünde mühim bir miktarda resm-i çifte tâbi yürük bulunduğu gibi evlâtlarıyle birlikte ‘mu’âf-ı müsellem yürüklükden çıkan’ kaydı ile 2 yürüğün de tesbit edildiği görülüyor (s. 99). Bunların hangi sebepten yürük teşkilâtından çıktığını bilmiyoruz, fakat buradaki ‘mu’âf-ı müsellem’ olmak keyfiyetinin avârız-ı divaniyeden kurtulmak demek olduğu şüphesizdir.
İpsala’da Karaca Gulâm Mîr’e âit dört köylük bir timarda (s. 105) mükelleflerin mühim bir kısmı yürüktür. Uzhan köyünde 1 yerli raiyyete karşılık 14 yürük vardır. Balaban köyünde raiyyetlerin 12 tanesi yürük, 1’i küreci, 1’i yağcıdır ki, bu nisbet bu havalide bütün teşkilâta da teşmil edilebilir. Menet (?) köyünün ise, esasen raiyyet olarak 3 yerli, 6 yürük yazılmakla beraber, şimdi hâlî olduğu fakat burada gale (?) ekildiği bildirilmektedir. Göç ve iskân hareketlerinin devam etmesine, şurada burada yer değiştirilmesine rağmen ekip biçme keyfiyetinin durmadığı anlaşılıyor.” (Gökbilgin 1957: 25)
Gökbilgin (1957) Tanrıdağı Yörüklerinin Rumeli’de çeşitli tarih ve yerlerdeki listesini verirken İpsala’daki Tanrıdağı Yörüklerine yer vermiştir. Buna göre İpsala’da 1543’te 10, 1586’da 12 ve 1591’de de yine 12 ocak Tanrıdağı Yörüğü bulunmaktadır (Gökbilgin 1957: 70).
YENİÇERİ OCAĞI VE İPSALA
Yeniçeri Ocağına savaşmak üzere alınan ilk esir askerler İpsala’nın fethi sırasında ele geçirilen Bizans esirleriydi. İlk Yeniçeri Ortaları (taburları) bu askerlerden kuruldu ve sultanın avlanmaya çıktığında yanına aldığı birliklere katıldı.
BEKTAŞİLİK VE İPSALA
FÜLFÜL BABA TEKKESİ
Başbakanlık Osmanlı Arşivi belgelerinden elde edilen bilgilere göre, İpsala’da bir Fülfül Baba Tekkesi mevcuttu. Tekkenin 1826 yılında «meydan odası» yıktırılarak faaliyetlerine son verilip mal varlığı müsadere edilmişti. Tekke bir miktar tarla, arazi ve bir yel değirmenine sahipti. Bu emlakın yıllık 250 guruş gelir getirdiği, bu gelirin daha önce İpsala’daki Sultan Murad Camii için ayrıldığı belirtilmektedir.
Bunun üzerine kaza ahalisinin de ricasıyla Fülfül Baba Tekkesi emlakından elde edilecek 250 guruşluk iltizam gelirinin bu camiye sarf edilmesi kararlaştırıldı. Bununla birlikte emlakının müsaderesi sırasında tekkenin birer adet menzili, ahırı, harap köşkü, fırını, kileri ve üç göz ambarı ile iki dönüm bağı ve iki dönüm korusu bulunduğu görülmüştür.
Bu mülklerin bir kısmı 420 guruş peşinat ve aylık 16 akçe taksit ile Esseyyid Hasan bin Yunus’a, kalanı 1.220 guruş peşinat ve 3 guruşluk taksitlerle Mehmet bin Mustafa ve Hasan bin Yunus’a satılmıştır. Böylece Sultan II. Mahmud döneminde bir Bektaşi tekkesinin daha kamulaştı-rılması söz konusu olmuştur (Maden 2012: 214-215).
III. İPSALALI EBU’L-HAYR VE MEVLİD’İ
İPSALALI EBU’L-HAYR
MEVLİD
(İnceleme-Metin-Dizin)
Çevriyazılı metnini, gramer özelliklerini ve gramatikal dizinini sunduğumuz bu eser, 15. yüzyılın ikinci yarısında (H. 897/ M. 1491) İpsala’da, yine buralı olduğunu belirten Ebu’l-Hayr tarafından te’lif edilen bir mevliddir.
“Mevlid” adı ve kavramı Süleyman Çelebi ile özdeşleştiği için, edebiyat tarihimizde sadece Süleyman Çelebi ve asıl adı “Vesiletü’n-Necât” olan “Mevlid”e yer verildiğini, halk arasında ise ikinci bir “mevlid”in ve yazarının bilinmediğini görürüz.
Şüphesiz bunun sebebi, Hz. Peygamber sevgisini büyük bir coşku ve bir “sehl-i mümteni” örneği sayılan dil ve üslûbuyla dile getiren Süleyman Çelebi’nin başarısında yatar.
Oysa, Süleyman Çelebi’den önce de, sonra da “mevlid” yazan şairlerimiz olmuştur. Bunların çok azı Süleyman Çelebi’ye örneklik ederken, Süleyman Çelebi’den sonra “mevlid” yazan birçok şaire ise bizzat Süleyman Çelebi örnek ve kaynak olmuştur.
Bu çalışmaya girişirken, asıl amacımız Süleyman Çelebi dışındaki mevlid şairlerine ve onların mevlidlerine dikkati çekmekti ama, İpsalalı Ebu’l-Hayr’ı ve eserini tercih edişimizin başka sebepleri de vardı.
Birincisi, bu Mevlid’in Süleyman Çelebi ile çağdaş bir şâir tarafından yazılan erken tarihli ve başarılı bir çalışma olması; ikincisi de İpsalalı olmamız dolayısıyla doğup büyüdüğümüz topraklara olan borcumuzu bir parça da olsa ödeme gayretidir.
Böylece, önemli bir şahsiyet olduğuna inandığımız Ebu’l-Hayr ile sade dili, tabii, canlı ve akıcı üslubuyla oldukça başarılı bulduğumuz Mevlid’ini yazma kütüphanelerin tozlu raflarından güz yüzüne çıkarmış olduk.
Nihat Sami Banarlı’ya göre, halk toplulukları arasında, başta Hz. Ali ve Hamza olmak üzere İslâm kahramanları, Battal Gazi, Sarı Saltuk, Dânişmend Ahmet Gazi gibi Türk-İslâm kahramanlarına ait dinî-destânî menkıbeler, nihayet doğuşu, peygamberliği, miracı, hicreti, gazaları, mucizeleri ve vefatı derin bir heyecanla takip edilen en büyük sevgili olan Hz. Muhammed’in Arap edebiyatında siyer veya sîre adıyla yazılan hayat hikâyelerinin Türkçeye tercümesine veya Türk diliyle yeniden yazılmasına doğru giden bir çığıra dönüşüyordu (bk. Banarlı, 1983: 479).
Sanat endişesinden uzak, samimî ve külfetsiz bir üslûpla sadece halka seslenmeyi gaye edinen ve halktan da fazlasıyla sıcak bir ilgi ve büyük bir takdir gören bu dindar şairlerin şüphesiz en büyüğü ve şöhretlisi Süleyman Çelebi’dir.
15. yüzyıl dinî edebiyat çığırının en şöhretli şairi olan Süleyman Çelebi’ye bu unvanı kazandıran eseri de 1409’da Bursa’da tamamladığı, asıl adı “Vesîletü’n-Necât” olan Mevlid’idir.
Türk milletinin samimî dinî duygularına seslenen ve Hz. Peygamber sevgisini coşkuyla dile getiren Mevlid’in bu kadar çok sevilmesi, gerek Süleyman Çelebi’den önce, gerekse Süleyman Çelebi’den sonra mevlid yazan şairleri ve eserlerini gölgede bırakmıştır.
Türk milletinin samimî dinî duygularına seslenen ve Hz. Peygamber sevgisini coşkuyla dile getiren Mevlid’in bu kadar çok sevilmesi, gerek Süleyman Çelebi’den önce, gerekse Süleyman Çelebi’den sonra mevlid yazan şairleri ve eserlerini gölgede bırakmıştır.
Süleyman Çelebi’den önce de, sonra da mevlid yazan şairlerimiz vardır. Üstelik bunların sayısı az olmadığı gibi, bunların içinde edebî değer bakımından hiç de yabana atılmayacak olanları da vardır.
Yukarıda da belirtildiği üzere, tezkiresini 1546’da tamamlayan Latifî, eserini tamamladığı yıla kadar yüz kadar mesnevî gördüğünü belirtir.
Darîr’in Sîretü’n-Nebî adlı eseri H. 790/M. 1388 tarihinde tamamlandığına göre, bu eserin içinde yer alan 55 beyitlik mevlid manzumesi , Türk edebiyatında türünün ilk örneği olmalıdır.
Ahmedî’ye ait olan ve H.810/M.1407-8’de te’lif edilen mevlidi de Süleyman Çelebi’ninkinden ( H. 812/M. 1409) eskidir.
Sonuç olarak, Süleyman Çelebi’nin Mevlid’i türünün ilk örneği değil, mevcut bilgilerimize göre, üçüncüsüdür.
İPSALALI EBU’L-HAYR
1. HAYATI
İpsalalı Ebu’l-Hayr hakkında kaynaklar-da maalesef hiçbir bilgiye rastlayamıyoruz. Dolayısıyla kendisinin Mevlid’inde verdiği sınırlı bilgilerle yetinmek zorundayız. Mevlid’de geçen;
Yâ ilâhî rahmet eylegil aña
Kim Ebu’l Hayrı duâ ile aña (68)
beytinden adının “Ebu’l-Hayr” olduğunu öğreniyoruz. Ancak bu, onun gerçek adı değil, mahlâsı olmalıdır.
Yine Mevlid’inden hareketle onun nereli olduğunu öğreniyoruz:
İpsala hâkinden ol ′abd-i zâ′îf
Hem fakîr ü hem hakîr ü hem nahîf (69)
Buna göre o, şeksiz şüphesiz İpsalalıdır. Tam bir alçak gönüllülük içinde kendisini “İpsala toprağının zayıf, fakir, hakir ve nahif bir kulu, kişisi” gösteren Ebu’l-Hayr’ın, ne yazık ki, ne zaman doğduğu, ne zaman ve nerede öldüğü de bilinmiyor.
Kendisini İpsalalı olarak belirten müellif, eserini de yine İpsala’da H. 897/M. 1491’de yazmış ve tamamlamıştır:
Târihin dahı didük iy ehl-i dil
Bil sekiz yüz dahı toksan yidi yıl (791)
İpsalada oldı hatm işbu kitâb
Hak kabūl itsün diyen bulsun sevâb (792)
Ebu’l-Hayr, eserini H.897/M. 1491’de tamamladığına ve eserinde;
Hak te′âlâ rahmetini râcidür
Söz bahânedür du′â muhtâcıdur (70)
dediğine göre, eserini tamamladığı 15. yüzyılın son yıllarında hayattadır ve muhtemelen yaşı kemale ermiş olmalıdır.
Burada kesin olan, Ebu’l-Hayr’ın bir Rumeli Türk’ü oluşu, bu topraklarda doğup büyümesi ve yaşamasıdır.
Bunu şunun için söylüyoruz. Her ne kadar, şimdilik, elimizde çok kesin bilgi ve belge bulunmuyorsa da, İpsalalı olan bu Ebu’l-Hayr, “Saltuk-nâme”yi yazan Ebu’l-Hayr-ı Rûmî de olabilir.
Zira, Ebu’l-Hayr-ı Rûmî’nin de kimliği ve hayatı hâlâ meçhulümüzdür. Nitekim, Saltuk-nâme’yi yayınlayan ve konuyu değişik zamanlardaki makale ve tebliğlerle işleyen Şükrü Halûk Akalın Ebu’l-Hayr-ı Rûmî hakkında şunları söylemektedir:
“Eserin müellifi Ebü’l-Hayr-ı Rûmî hakkındaki bilgilerimiz çok sınırlıdır. Kaynaklarda Ebü’l-Hayr-ı Rûmî’ye dair en küçük bir bilgi bile yoktur. Ancak, Cem Sultan tarafından böyle bir işle vazifelendirilmiş olması göz önüne alındığında döneminde tanınmış bir kültür ve sanat adamı olduğu ve Cem Sultan’ın maiyetinde bulunduğu anlaşılmaktadır.” (Akalın, 1992: 40)
Ebu’l-Hayr-ı Rûmî’nin Saltuk-nâme’yi yazış hikâyesi de dikkat çekicidir. O, kendisine bu vazifenin verilişini şöyle anlatıyor:
“Ve bu hikâyetler cem olmasına sebeb bu oldı kim Sultân Mehemmed Uzun Hasan seferine Acem’e gitti. Hasan Beğ pâdişâh idi, Acem’de Gündüz-oğlı Ömer Han neslinden idi. Sultân Mehemmed’le adâvet idüp, leşker cem idüp had üzre buluşıp ceng eylediler. Ol vakt Edirne’yi beklemeğe Cem Sultân’ı kodı. Âdet-i Osmânî bu durur kim, uzak sefer eyleseler, ol yiri bekledürler, hâlî komazlar; taht-ı kadîmdür.
Pes ol zamân Rûm-ili’nde bir ak kurd peydâ oldı, memleketi incitti. Aña çok kurtlar uydılar. Ol canavarlaruñ beği idi. Adam kaptılar ve dahı tavarlar aldılar. Sultân Cem anı şikâr iderdi. Leşker divşürdi, ol kurdı öldürdiler. Sultân Cem yüriyüp, andan Tuna Baba’ya indi. Baba’yı ziyâret idüp Baba’nuñ evsâfın mürîdlerinden istimâ eyledi. Ben fakîre işâret oldı. Ebü’l-hayr-ı Rûmî dimekle ma′rûf idüm. Baña buyurdı kim; bu azîzüñ sahîhen kanda kim menâkıbın bulam, dervişlerden soram, bilem, tâ kim bu azîzüñ kıssaların cem idem. Pes Cem Sultân emriyle memlekette yüridüm, kangı yirde kim bunuñ menâkıbın işittüm, yazdum, birbirine tertîb üzre uydurup bir kitâb idüp yidi yılda tamâm eyledüm.” (Akalın, 1990-III: 365-366)
Ebu’l-Hayr-ı Rûmî Saltuknâme’yi 1473 yılında derlemeye başlamış ve yedi yılda, yani 1480 yılında tamamlamıştır. İpsalalı Ebu’l-Hayr da eserini 1491 yılında tamamladığına göre, aynı yüzyılın aynı yıllarında ve aynı coğrafyada iki Ebu’l-Hayr var demektir. Mevlid yazarı Ebu’l-Hayr’ın o zaman da Edirne livası içinde yer alan İpsalalı olduğu kesindir. Ebu’l-Hayr-ı Rûmî de, Edirne veya çevresinden olmalıdır.
Zira, Edirne’de doğan ve şehzadeliği sırasında da sık sık Rumeli’ye gönderilen, “Eğer pâdişâh olursam, Edirne’den gayrı yirde oturmayam.” (Akalın, 1990-III: 366) diyecek kadar Edirne’yi çok seven Cem Sultan’ın çok yakınında bulunan, onun emriyle Sarı Saltuk’un menkıbelerini derleyen Ebu’l-Hayr-ı Rûmî de aynı coğrafyanın insanı olmalıdır. Fatih Sultan Mehmet’in 1481’de ölümüyle başlayan taht mücadelesinde Şehzade Cem’in yanında ve yakınında olan Ebu’l-Hayr-ı Rûmî’nin de ikbalinin karardığını, nihayet Cem’in 1495’te ölümüyle onun da bir sessizliğe gömüldüğünü, muhtemelen Edirne ve çevresinde bir yerde inzivaya çekildiğini düşünmek çok abartılı olmaz.
Belki bunlar kadar önemli bir husus daha vardır. Saltuknâme’de Sarı Saltuk’un şahsında zirveleşen, dinî ve millî heyecanların beslediği bir Türklük sevgi ve şuuru çok açık olarak sezilmektedir (bk. Cunbur, 1977: 52-55). Konumuz açısından bunun en çarpıcı belirtilerinden biri, Ebu’l-Hayr-ı Rûmî’nin aslen Arap olan bazı İslâm büyüklerini Türk saymasıdır.
Nitekim aynı noktaya Mine Mengi de dikkati çekmiştir:
“Türk’e ve Türklüğe eserde ayrı bir yer verildiğini kanıtlayan dikkat çekici bir başka nokta da aslen Arap olan bazı İslâm büyüklerinin Türk olarak gösterilmeleridir….” (Mengi, 1996: 975 vd.)
Aynı hususu Mevlid yazarı İpsalalı Ebu’l-Hayr’da da görüyoruz. Mevlid’in sonlarına doğru, Hz. Peygamber’in vefatını anlatan bölümde Hz. Fâtıma’yı, kapılarına gelip destur/izin isteyen Azrail’i ısrarla kendilerinden, kendi ırk veya milletinden olmayan bir Arap kişisine benzetirken, yani üstü kapalı olarak kendilerinin Türk olduğunu sezdirmeye çalışırken görüyoruz:
Sūret-i insân-ıla indi yere
Kim ′Arab sanurdı gören iy yare (649)
′Âyişe görür kim taşradan ′Arab
Çaġıruban görmegi ider taleb (653)
İçerüden Fâtıma dir yâ ′Arab
Hastadur katı resūl-i pür-edeb (655)
Var işüñe iy karındaşum Arab
Ko bizi aġlayalum her rūz u şeb (656)Fâtıma dir yâ ′Arab kişisi var
İçerü girmeklige key vakti tar (661)
Bir ′Arabdur turmayup virür selâm
Destur ister girmege dir yâ imâm (667)
Bütün bu veriler, bize iki Ebu’l-Hayr’ın aynı kişi olabileceğini düşündürüyor. Ancak, bu konuda daha çok bilgi ve belgeye ihtiyacımızın olduğunu da göz ardı
edemeyiz.
EDEBÎ KİŞİLİĞİ
Başka eserinin olup olmadığını bilmediğimiz Ebu’l-Hayr’ın edebî kişiliği üzerinde yorum yapabileceğimiz tek kaynak, yine Mevlid’idir.
Her ne kadar, birçok “mevlid” şairi gibi, çağdaşı olan ve “mevlid” türünde bir çığır açan Süleyman Çelebi’nin gölgesinde kalsa, yer yer ondan etkiler taşısa da, Ebu’l-Hayr’ın Mevlid’i te’lif bir eserdir. Birçok nüshasının bulunması da, onun sevilerek okunduğunu, yani bu sahada başarılı olduğunu gösterir.
İpsalalı Ebu’l-Hayr’ın atasözü ve deyimlerle bezenmiş, sade bir dili, tabiî, canlı ve akıcı bir üslûbu vardır. Mevlid gibi geniş halk kitlelerine ulaşmayı amaçlayan bir eser için bu, amaca ulaşmışlığı ve başarıyı ifade eder.
Dilin sade ve anlaşılır olması, onun eserini Türkçe şuuruyla kaleme aldığını düşündürmektedir. Bu da Ebu’l-Hayr’ın Türkçeye itibar edilen, Türkçe yazanların teşvik ve takdir gördüğü bir çevrenin insanı olmasıyla izah edilebilir.
Eski başkent olan ve kültürel önemini günümüze kadar koruyan Edirne’de, Ebu’l-Hayr’dan hemen sonra 15 ve 16. yüzyılın önemli Türkçecilik hareketi Türkî-i Basit cereyanının önderlerinden olan Edirneli Nazmi’nin yetiştiğini dikkate alırsak, Ebu’l-Hayr’ı yetiştiren kültürel iklimin mahiyeti daha anlaşılır.
Ebu’l-Hayr’ın kuruluğa kaçmadan sade bir dil, tabiî, canlı ve akıcı bir üslûpla Hz. Peygamber’e olan sevgisini ortaya koymuş olduğu Mevlid’de öyle beyitler vardır ki, birer sehl-i mümteni örneği olarak Ebu’l-Hayr’ın şairlik gücünü sergiler:
Gâfil olma işbu söze tut kulak
Yakın eyle kendüñi itme ırak (87)Gözüm açup gördüm-idi nâ-gehân
Bir gözel kuş evüme girdi hemân (217)
Göz dahı göñül gözidür şöyle bil
Baş gözine göz dimemiş ehl-i dil (300)
Soldurur gül gibi tâze yüzleri
Toldurur toprakla kara gözleri (679)
İçinde tek yabancı asıllı kelime bulunmayan onlarca beyit de Ebu’l-Hayr’ın Türkçe adına zaferidir:
Başladı yörimege azın azın
Görmek-içün anı gün arar yüzin (270)Aldı dedesi iletdi evine
Kim yüzin görüp anuñla avına (280)
Oglı kızı agladup öksüz koyan
İy nice oàulları yire úoyan (676)
Agaç ata bindürüp alup giden
Kara yirlere koyup toprak iden (685)
Ebu’l-Hayr’ın edebî kişiliğinin belki en dikkate değer taraflarından biri de, atasözü ve özellikle deyimleri bolca kullanmasıdır. Mevlid’deki atasözü ve deyimler ileride eserin dil özelliklerinin tanıtıldığı bölümde ayrıca ele alındığı için burada birkaç örnekle yetinelim:
Bugün algıl koma beni yarına
′Âşık olan vuslat ister yârına (159)Didiler n’ola revâdur al anı
Bu meseldür kim severler seveni (164)
Sen nazar it Tañrınuñ takdìrine
Nice mâni′dür kuluñ tedbìrine (165)
Kul didügi olmaz-ımış bî-gümân
İlla Tañrı didügi olur hemân (177)
Oglı kızı agladup öksüz koyan
İy nice ogulları yire koyan (676)Atalar hem analar karşusına
Yavrucagın ayırup koyan sine (677)
Nice tonlar geyeni ′uryân iden
Bagrını pâre yüregin kan iden (684)
Agaç ata bindürüp alup giden
Kara yirlere koyup toprak iden (685)
ESERİN ADI
Ebu’l-Hayr, doğrudan doğruya eserinin adından söz etmiyor. Ancak, “mevlid” kelimesini;
Mustafâ mevlidini yâd idelüm
İşidenler cânını şâd idelüm (20)
beytinde “Hz. Peygamber’in doğumu veya doğum yıldönümü” anlamıyla kullandıktan sonra, hemen arkasından gelen beyitte;
Diñle evvel bir hikâyet idelüm
Mevlidüñ sözine andan gidelüm (21)
diyerek, “mevlid” kelimesini hem “Hz. Peygamber’in doğumunu anlatan manzum eser” anlamıyla kullanıyor, hem de bir yerde eserinin adının “Mevlid” olduğunu belirtmiş oluyor.
Ebu’l-Hayr;
Kim safâ vire işiden cânına
Ola kuvvet dînine îmânına (22)Tâ bilesiz mevlidi kim neyimiş
Hürmeti hem mevlidüñ niceyimiş (23)
Var-ıdı Baġdâd içinde bir kişi
Gice gündüz hayr-ıdı anuñ işi (24)
Her rebî′ü’l-evvel ayı Mustafâ
Mevlidin eyler-idi ol pür-safâ (25)
Hem dahı Hakka itâ′at idelüm
Mevlid okutmaġı ′âdet idelüm (54)Turdı anlar ′ahd üzere ber-karâr
Eylediler dîn-i islâm ihtiyâr (55)
Yılda bir kez mevlidi eylediler
Ni′met-ile halkı hoş toyladılar (56)
Mevlide itdükleri-çün hürmeti
Anlara virildi îman hil′ati (57)
Ger dilerseñ sen de ′izzet kılasın
Mevlide cân-ıla hürmet kılasın (58)
Ger dilersiz bulasız ′âlì makâm
Şevk-ıla diñ es-salâtu ve’s-selâm (59)
beyitleriyle de, Hz. Peygamber’in doğum yıldönümünde ona sevgi, saygı ve bağlılığın ifadesi olan manzum eserlerin (mevlid) okunmasının ve bu arada yapılan kutlama törenlerinde halka ikramda bulunulmasının imanın kuvvetlenmesine, yüce makamlar elde etmeye vesile olacağını da belirtiyor.
YAZILIŞ SEBEBİ
Ebu’l-Hayr, eserinin yazılış sebebini 60-71. beyitler arsındaki “Sebeb-i Te′lif” bölümünde belirtiyor.
Buna göre; eğer bir kişi “mevlide” saygı gösterirse, Allah ona hesapsız rahmet kılacağından, kendisinin de Allah’ın rahmetine sebep olması için mevlide izzet kılmayı dilediğini,
mum ışığına koşan pervaneler gibi Hz. Peygamber sevgisi ile yanan âşıkların sohbetlerine ışık olmak, onların okuyup dinlemeleri ve kendilerinden geçmeleri için bir “mevlid” kitabı yazmayı arzuladığını; buna muvaffak olursa, eserinin kendisinden güzel bir yadigâr olarak kalacağını ve onu okuyan Peygamber âşıklarının kendisini de vesileyle duada anmalarını istediğini belirtir.
YAZILDIĞI YER VE TARİH
Eserde yer alan şu beyitlerden aslen İpsalalı olan şairin, eserini yine İpsala’da H. 897/ M.1491 yılında yazıp tamamladığını öğreniyoruz:
İpsalâ hâkinden ol ′abd-i zâ′îf
Hem fakîr ü hem hakîr ü hem nahîf (69)
Târihin dahı didük iy ehl-i dil
Bil sekiz yüz dahı toksan yidi yıl (791)
İpsalâda oldı hatm işbu kitâb
Hak kabūl itsün diyen bulsun sevâb (792)
NAZIM ŞEKLİ VE VEZNİ
Eserin nazım şekli, klâsik Türk edebiyatında dinî ve din dışı nitelikli değişik konuların işlenmesinde en çok kullanılan bir nazım şekli olan “mesnevî”dir. Bilindiği üzere, Türk edebiyatına İran/Fars edebiyatından geçen bu nazım şekli ile 10-19. yüzyıllar arasında sayısız eserler verilmiştir.
Eser, Eski Anadolu Türkçesinin ilk mesnevîlerinde çok kullanılan ve Türk şiirinin 11’li hece veznine uyan “remel” bahrinin “fâ′ilâtün fâ′ilâtün fâ′ilün” kalıbıyla yazılmıştır.
ESERDE İŞLENEN BAŞLICA KONULAR
1. Allah adının büyüklüğü ve Allah’ın kudreti (1-18)
2. Müslüman olan Yahudi’nin hikâyesi (19-59)
3. Mevlidin yazılış sebebi ve yazarın özrünün anlatılması (60-71)
4. Hz. Muhammed’in ruhunun yaratılması (72-86)
5. Bütün âlemlerin aslının anlatılması (87-97)
6. Allah’ın Hz. Muhammed’in ruhuna hitap etmesi (98-120)
7. Hz. Muhammed’in nurunun intikali veya Hz. Muhammed’in ataları (121-179)
8. Hz. Muhammed’in ana rahmine düşmesi (180-185)
9. Hz. Muhammed’in doğumunun yaklaşması (186-211)
10. Hz. Muhammed’in doğması ve doğumu sırasında görülen mucizeler (212-226)
11. Hz. Muhammed’in doğumundan sonra görülen mucizeler (227-258)
12. Hz. Muhammed’in çocukluğu (259-274)
13. Hz. Muhammed’in ana babası ve diğer büyükleri (275-291)
14. Hz. Muhammed’e risalet/peygamberlik gelmesi (292-304)
15. Hz. Muhammed’in mucizeleri (305-322)
16. Hz. Muhammed’in Mirac’ı (323-420)
17. Hz. Muhammed’in ahlâkı (421-440)
18. Hz. Muhammed’in ümmetine öğütleri (441-471)
19. Hz. Muhammed’in vefatı (472-710)
a. Hz. Muhammed’in ashabına öğütleri (472-512)
b. Ukâşe hikâyesi (513- 553)
c. Hz. Muhammed’in ashabıyla vedalaşması (554-619)
ç. Hz. Muhammed’in hastalığının artması (620-645)
d. Hz. Muhammed’in ruhunu almak için Azrail’in Arap suretinde gelmesi ve Hz. Muhammed’in ruhunu teslim etmesi (646-710)
20. Bütün yaratılmışların Hz. Muhammed’in vefatına ağlaması (711-728)
21. Hz. Muhammed’in defnedilmesi (729-776)
22. Dua (777- 800)
ESERİN YAZMA NÜSHALARI VE NÜSHALARIN DEĞERLENDİRİLMESİ
İpsalalı Ebu’l-Hayr’ın müellifi olduğu Mevlid’in, bugün için, birisi taşbaskı olmak üzere on beş civarında nüshası vardır. Biz bunlardan yedisine ulaşıp inceleme imkânını elde edebildik. Ancak, aşağıda künyelerini verdiğimiz, R ve E nüshalarına ulaşamadık.
1. İstanbul, Millet Kütüphanesi, Ali Emirî, mnz. 1365 (AE¹).
2. İstanbul, Millet Kütüphanesi, Ali Emirî, mnz. 1366 (AE²).
3. Ankara, Millî Kütüphane, yz. A. 1199 (M¹)
5. Ankara, Millî Kütüphane, yz. A. 2278/1 (M²)
5. İstanbul Üniversitesi Merkez Kütüphanesi, T. yz. 9916 (İ)
6. AÜ, DTCF Kütüphanesi, İ. Saib 1, Nu.: 4791 (D)
7. Ankara, Millî Kütüphane, yz. A. 2437/1 (M³)
8. Râif Yelkenci Nüshası (R)
9. Erzurum, Atatürk Üniversitesi, Seyfettin Özege ktp, 25243 (E)
10. Ankara, Millî Kütüphane, yz. A. 6214
11. Ankara, Millî Kütüphane, yz. A. 9389
12. Bursa, Ulu Cami Ktp. 2045
13.Kastamonu, İl Halk Ktp. 54
14. Bulgaristan Mestanlı Balkanlar Vakfı Ktp.
DİL ÖZELLİKLERİ
…
Atasözleri ve Deyimler
İpsalalı Ebu’l-Hayr’ın Mevlid’inde sade ve anlaşılır bir halk dili olarak niteleyebileceğimiz dil ve üslûbu tamamlayıcı olarak atasözü, atasözü değerindeki sözlere ve özellikle bolca deyimlere rastlanmaktadır.
Metinde tespit edebildiğimiz yirmi civarındaki atasözü ve atasözü değerindeki sözlerle (kelam-ı kibar) yüz yirmi civarındaki deyim, genelde sade ve anlaşılır olan Mevlid’in dil ve üslûbuna ayrı bir çeşni ve tasvir gücü katmıştır. Böylece geniş halk kitlelerine ulaşmayı amaçlayan müellif, halkın bu anlatım gücü çok zengin ve her devirde canlı olan dil hazinesinden yararlanmayı bilmiştir.
Atasözleri
Metnimizde tespit edebildiğimiz atasözü ve atasözü değerindeki sözler şunlardır:
Didiler n’ola revâdur al anı
Bu meseldür kim severler seveni (164)Dosta düşmen düşmene dost bakmagıl
Kimse ′aybını kimseye çakmagıl (462)
Her kişi ölüm şarâbın içiser
Köpridür bu dünya gelen geçiser (607)
Deyimler
Metnimizde deyimlere daha fazla rastlandığını yukarıda belirtmiştik.
Ol habîbüñ yolına komışdı baş
Yidürürdi et ü etmek dürlü aş (26)
Gâfil olma işbu söze tut kulak
Yakın eyle kendüñi itme ırak (87)
Sevdi anı hizmete bil bagladı
Her ne kim lâzımdı anı eyledi (261)
Didi sakla perrüñ otur kapuda
Can vireyin varayın ben tapuda (374)
Kimsenüñ ardınca söz itmez idi
N’eyleyüp n’itdügini gütmez idi (424)
Hışmı yog-ıdı sözin ãsyan-içün
Dimez-idi sözümi sıduñ niçün (425)
Cânuña sanduguñı sen san işe
Kendü sanuñdur saña gelen başa (461)
Söz Varlığı
Ebu’l-Hayr’ın Mevlid’i Eski Anadolu Türkçesinin son yıllarına ait bir geçiş devri eseri olmasına rağmen, Türkçe açısından başarılı ve zengin bir eserdir. Eserde, “arkaik” diye adlandırılan bugün kullanımdan düşmüş o devre ait birçok kelime vardır. “Dizin”de tamamı kullanım yerleriyle birlikte bulunabilecek bu kelimelerden bazıları şöyledir:
Çalap ‘Tanrı’, döy- ‘dayanmak, katlanmak’, dün ‘gece’, dürtün- ‘sürünmek, vucuda koku, yağ vb. sürmek’, egin ‘sırt, arka’, em ‘ilâç’, emzük ‘meme’, esleme- ‘aldırış etmemek’, gökçek ‘güzel’, gönel- ‘yönelmek, yüzünü döndürmek’, görklü ‘güzel, iyi’, günde ‘her gün’, kaçan ‘ne zaman’, kakı- ‘kızmak, öfkelenmek’, kanda ‘nereye’, karavaş ‘cariye, hizmetçi’, katı ‘çok, aşırı derecede’, kendüz ‘kendisi’, kıgır- ‘çağırmak’, kop- ‘zuhur etmek, doğmak’, nite ‘nasıl’, od ‘ateş’, saçu ‘(Düğün, şölen vb.de) ortaya saçılması gelenek olan şeker, para, tahıl vb.’, salış- ‘birlikte saldırmak’, san ‘emel, arzu’, sanu ‘düşünce, istek’, sin ‘mezar’, sinle ‘mezar’, söyken- ‘dayanmak, yaslanmak’, söyündür- ‘söndürmek’, şol ‘şu, o’, tamu ‘cehenem’, tañ ‘hayret, şaşma’, tapu ‘huzur, hizmet’, ton ‘elbise, giysi’, ulal- ‘büyümek’, ur- ‘vurmak’, uş ‘işte, şimdi’, ün ‘ses, seda’, viribi- ‘göndermek’, yavu/yavı ‘kendinden geçme’…vb.
Yine Mevlid’de geçen ve bugün de kullanılmakta olan şu kelimeler Ebu’l-Hayr’ın Türkçe sevgisi ve şuuru hakkında çok şey söyler:
arpa, beşik, ever-, evli, düşmiş ‘düşkün, yoksul’, gerçek, gerek, göç, gökyüzi, gölge, gündüz, güneş, ırak, ısmarla-, incin-, iste-, iş, işle-, kamçı, kan, kar, kara, kaş, kıtlık, kıvırcık, kız, kızıl, kişi, kork-, korku, köpri, kul, kulluk, kurtar-, kuşluk, kutlu, ogul, okı-/oku-, ölü, öksüz, ört-, sag ‘sağ, sağlıklı’, sagır ‘sağır’, sakal, sakla-, san-, sar-, sat-, söz, sözlü, su, suç, sun-, süt, sür-, şaş-, şimdi, şöyle, şu, taş, toprak, tul ‘dul’, ulu, ulula-, um-, uy-, uyan-, uyu-, uza-, uzun, ür-, üş-, üz-, var, var-, yaka, yakın, yan, yan-, yar-, yarat-, yarın, yaş, yaşa-, yat-, yatsu ‘yatsı’, yavrucak, yık-, yırt-, yi-, yigit, yol, yol-, yoldaş, yön, yürek, yüz…vb.
Mevlid’de, burada belirtmediğimiz, bütün organ, sayı, hayvan ve zaman adları da Türkçedir.
Çalışmamızda sunduğumuz söz varlığı tablosunda da görüleceği üzere, Mevlid’de madde başı olarak geçen 1430 kelimenin 577’si Türkçe, 591’i Arapça, sadece 173’ü Farsçadır. Geri kalanı ise özel isimlerle iki ayrı dil unsurunun birleşmesinden oluşan kelimelerdir. Mevlid gibi dinî bir eserde Arapça kelimelerin oranının yükselmesi çok tabiidir.
Ancak hemen belirtelim ki, “Dizin’de de görüleceği gibi, bu Arapça kelimelerin çoğu bugün de yediden yetmişe herkesçe bilinip kullanılan kelimelerdir. Farsça asıllı kelimeler için de aynı şeyi söylemek mümkündür.
SONUÇ
«Kendinize memleketim ve milletim benim için ne yapar, diye sormayınız; memleketim ve milletim için neler yapabilirim, diye sorunuz.»
John F Kennedy