Bu yazı yorumlara kapatılmıştır.
15:25 - Kışın Yüzünüzdeki Kızarıklık ve Kuruma İçin Önemli İpuçları:Seboreik Dermatiti Anlamak ve Yönetmek
20:56 - Keşan Belediyesi’ne Ait Taşınmazların İhalesi Gerçekleştirildi
20:46 - BEYLİKDÜZÜ VE PADERBORN KARDEŞ ŞEHİR OLDU
15:46 - Keşan DOÇEK’ten Sonbaharın Büyüleyici Atmosferinde Bisiklet Keşif Turu
12:54 - Üzerinden tabanca ve 14 adet fişek çıktı
13:53 - KEŞANLILAR, FENER ALAYI KORTEJİNDE BULUŞTU
13:26 - Kongre Meydanı tek ses tek yürek “İyi ki varsın cumhuriyet”
Hollanda’nın ‘sol eğilimli’ olarak bilinen ikinci büyük gazetesı De Volkskrant, Frank Hendrckx adlı yazarın uzun bir analizinden bir gün sonra, haber olarak da yayınladığı yazılarda, Hollanda hükümetinin Türkiye’ye karşı yanlış yaptığını, Başbakan Rutte’nin de, Rotterdam Belediye Başkanı Abutaleb’e yalan bilgi verdiğini belirtti.
Frank Hendrickx’in iki buçuk sayfalık analizi ile aynı gün yayınlanan haberi ince dokuyup sık eleyerek not ettiğim ayrıntıları sizlere sunuyorum.
Geçtiğimiz mart ayında, Hollanda’da yapılacak olan genel seçimler ve nisan ayında Türkiye’de yapılacak olan referandum öncesinde, Hollanda’da yaşayan Türkler ile bir araya gelmek için hazırlık yapan Dışişleri Bakanı Mevlüt Çavuşoğlu’nun buraya gelişini önleyen Hollanda hükümetinin, yanlış yaptığını ve Başbakan Rutte’nin de yalan söylediğini ileri süren araştırmacı yazar Frank Hendrickx, yaşananların Başbakan Rutte’nin partisine parlamentoda 5 sandalye daha fazla kazandırdığını da belirtti.
İşte, Frank Hendickx’in De Volkskrant’ta yayınlanan uzun analizi ve aynı gün yayınlanan haberinin benim tarafımdan yapılan analizi:
13 Mart pazartesi tarihli De Telegraaf gazetesinin tam sayfa manşet haberinin başlığı ‘Burada patron biziz’ idi. Pazartesinin diğer gazetelerinde de, iki gece öncesinde yaşanan Rotterdam olaylarının Hollandalılar’a verdiği zevkin anlatımı ve görüntüleri yayınlanmıştı.
Hollanda’daki genel seçimler öncesinde yapılan anketlerde, Geert Wilders’in ırkçı partisi PVV önde gidiyordu. Hükümetin en büyük ortağı olan Başbakan Rutte’nin partisi VVD ise büyük oy kaybına uğrayacaktı. Wilders’in ırkçı söylemlerinin seçmenler üzerinde önemli bir rol oynadığını fark eden Rutte, buna karşı bir şeyler yapma gerektiğine inanmıştı. Rutte, son yıllarda popülaritesini ve saygınlığını yitirdiğine inandığı Türkiye’ye karşı bir eylemim ses getireceğine inandı. Türkiye’de nisan ayında yapılacak olan referandum için Hollanda’ya gelecek olan Dışişleri Bakanı Mevlüt Çavuşoğlu için yaygara yapan Geert Wilders’in önüne geçmek için çırpınan Rutte, çareyi diplomatik kuralları çiğnercesine bir planda buldu.
Dışişleri Bakanı Çavuşoğlu’nun Hollanda’ya gelip Türkler ile buluşmasına engel olmak isteyen Rutte, Milli Güvenlik ve Terörizm ile Mücadele Koordinatörü Dick Schoof ile temasa geçti ve böylesi bir toplantının ‘Halkın güvenliğini tehlikeye sokar’ saptamasıyla iptalini sağlamaya çalıştı.
Ne var ki, Amsterdam, Lahey, Deventer ve özellikle liman kenti Rotterdam’da araştırmalar yaptıran Koordinatör Schoof, en iyi adamlarından birini de Rotterdam’a gönderdi ve 3 güçlü adam Belediye Başkanı Abutaleb, Polis Müdürü Frank Paauw ve Savcı ile yapılan toplantıya soktu.
Rutte’nin etkisinde kalan Schoof, bu şehirlerin Belediye Başkanları’na, yapılacak olan toplantılar için, ‘Güvenliği tehdit edici unsurlar olduğu’gerekçesiyle yasak getirip getirmeme konusunda bir mektup gönderdi.
Çavuşoğlu’nun 11 mart günü Rotterdam’a gelecek olan uçağına yasak koyulmasına kadar giden bu gerginlik sonrasında, iki ülkenin politikacıları birbirlerini suçlayan açıklamalar yapmaya başladılar.
Çavuşoğlu’nun yola çıkmadan önce yaptığı konuşmada, ‘Bana, halka açık bir tolantıya katılamazsın’ diyorlar. Bu ne demek oluyor? Nerede kaldı, sizin bize öğretmeye çalıştığınız demokrasi ve fikir özgürlüğü? Ne oldu sizin toplantı yapma özgürlüğünüz?’ deyince Hollanda’da kıyamet koptu.
Tüm siyasi parti liderleri Rutte’nin arkasında olduklarını açıklayınca, ‘Şimdi bakalım kim kazanacak’ sorusu dolaşmaya başladı.
Hollanda şartlar koymaya başladı. Önce 50 kişilik bir davetli topluluğu ile konuşma şartı getirdiler. Daha sonra bu sayı 100’e çıkarıldı. Hollanda Dışişleri Bakanı Bert Koenders’in telefonla bildirdiği bu şartlara çok kızan
Çavuşoğlu, 11 mart cumartesi sabahı CNN TÜRK’de yaptığı konuşmada ‘Boykot’ tehdidi savurunca Lahey’de kızılca kıyamet koptu ve ‘Biz bu şantajın altında ezilmeyiz’ diyen Rutte kabinesi uçağa iniş yasağı koydu.
Güvenlik Dairesi Koordinatörü Schoof, 10 mart günü Belediye Başkanları’na gönderdiği mektupta, ‘Türkler şartlarımızı kabul etmedi. Bu nedenle uçağa iniş yasağı konuldu’ dedi.
Bu görülmemiş önlem, ancak ve ancak, toplum güvenliğinden endişe eden
Hollanda’nın, Çavuşoğlu’nu tehlikeli ilan edecek bir argümanı var mıydı?
Aylar sonra açıklananlara göre, Hollanda’nın böyle bir argümanı olmadığı meydana çıktı.
Zira, Rotterdam polisinin verdiği raporda ‘Güvenliği tehdit edici unsuların bulunmadığı’ yazılıydı.
Bakan Sayan-Kaya olayı
Çavuşoğlu’nun iniş yasağından sonra, Almanya’da bulunan Aile ve Sosyal Politikalar Bakanı Fatma Betül Sayan Kaya arandı ve aynı gün Rotterdam’a gidip vatandaşlar ile buluşması istendi.
Bunu öğrenen Rutte adeta küplere bindi. Bayan Bakan’ın otomobil konvoyu takip edilmek istendi. Sınır kapısında önlem alan Hollanda polisi, konvoyda bulunan iki otomobili geri çevirdi. Bakan Kaya’nın otomobili Rotterdam’daki Türk Başkonsolosluğu’na kadar gelmişti. Ama Başkonsolosluk çevresini sarmış olan polis, Bakan otomobilinin Başkonsolosluğa yanaşmasını önlemişti.
Yolun her iki tarafını kapatan polis, Bakan’ın Başkonsolosluğa girmesini yasakladı.
Bakan Fatma Betül Sayan Kaya, polislere derdini anlatmaya çalışıyor.
Ama polis şefi söylenenleri anlamıyor. Bakan’a muhatapolan bir polis şefi mi, yoksa Bakanlıktan bir görevli mi olmalıydı?
Hollanda polisi, daha önce de Başkonsolosluğun rezidansının bulunduğu caddeyi trafiğe kapamış, kimlik kontrolu yapmaya başlamıştı. Bunun üzerine kent merkezindeki Başkonsolosluk binasına giden Bakan’ın konvoyu, önü ve arkası kesilerek sıkıştırıldı.
Bakan Kaya’nın polis tarafından engellendiği haberlerinin duyulması ve yayılması sonrasında, Türkler ellerinde bayraklar ile Başkonsolosluğun önünde toplanmaya başladılar. Türkler’in yığınlar halinde Başkonsolosluğa akın etmesi üzerine polis, Başkonsolosluğa giden tüm yolları kapattı ve yürümeyi sürdüren Türkler’i tartakladı.
Rotterdam’daki Türkiye Başkonsolosluğunun önünde cereyan eden gelişmeler televizyonlar tarafından canlı bir şekilde yayınlanmaya başlanınca, Türkler’in Başkonsolosluk önündeki sayısı onbine yanaştı.
Bu ara Bakan Kaya’yı sınır dışı etme planı devreye girdi. Hollanda polisi Bakan Kaya’ya ülkeyi terketmesini söyledi. Bakan Kaya buna karşı çıktı. Ama polis Bakan’a çok kaba davrandı ve konvoya eşlik ederek Almanya sınır kapısına kadar eskortluk yaptı.
Daha sonra Türkiye Başkonsolosluğunun etrafında toplanan Türkler’in dağılması istendi. Türkler dağılmayınca polis kaba kuvvet kullanarak topluluğu dağıttı.
Bakan Sayan-Kaya’ya yapılanların uluslararsı anlaşmalara aykırı olduğu ve Başbakan Rutte’nin de Rotterdam Belediye Başkanı Abutaleb’e yalan söylediği ortaya çıktı. Bu yalan, olaydan 3 ay sonra 29 haziranda belli olmuştu. Zira DENK partisinin bir sorusu üzerine konuşan İçişleri Bakanı Ronald Plasterk, Türk Bakan Sayan-Kaya için ‘İstenmeyen yabancı’ kararı çıkmadığını söylemişti.
Bakan Sayan-Kaya’ya yapılan kabalık bununla bitmiyordu. Belediye Başkanı Abutaleb, Bakan’ın bir otele yerleşmesine izin vermedi. Rotterdam veya Brüksel havalimanlarına gitmesi de engellendi. Abutaleb, zırhlı araçtan inmeyen Bakan Sayan-Kaya’yı indirmek için, otomobili elektrikli bıçkı ile kesmeyi bile düşündüğünü ancak tehlikeli olur düşüncesi ile bundan vazgeçtiğini ikrar etti. Abutalep, silahlı oldukları düşüncesi ile, Türk korumalara karşı vur emri vermeyi bile planladığını açıklamıştı. Abutaleb’in Başbakan Rutte’den öğrendiğine göre, Türk Bakan ‘İstenilmeyen yabancı’ olarak ilan edilmişti, bu nedenle de geldiği ülke Almanya’ya geri gönderilmesi gerekiyordu. Kaldı ki Türk Bakan için ‘İstenilmeyen yabancı’ kararı yoktu.
Bakan Sayan-Kaya’nın otomobili polis tarafından ablukaya alınmış, korumaların elleri otomobilin üzerinde saatlerce böyle görüntülenmişti. Bu görüntüyü De Volkskrant gazetesinin foto muhabiri Freek van den Bergh, konsolosluğa yakın bir binanın damından çekmişti
Durumun yukarıda yazılanlar gibi olmasına rağmen, Bakan Sayan-Kaya’nın başvurduğu Lahey mahkemesi, geçtiğimiz ekim ayında Bakan’ın ‘İstenmeyen yabancı’ ilan edildiği için davaya bakamayacağını bildirdi.
Böylece Sayan-Kaya’nın açtığı dava da düşmüş oldu.
Hollanda kabinesinin mahkemeye verdiği bilgiye göre, Bakan Sayan-Kaya kendi isteği ile ülkeyi terketmiş, bunun için zorlama yapılmamış, Bakan hanım kendini gitmeye mecbur hissetmiş.
Şimdi gözler tekrar Türkiye’ye çevrildi ve Lahey mahkemesine ikinci başvurunun yapılıp yapılmayacağı merak konusu oldu.
Uluslararası Hukuk Öğretim Üyesi Tom Zwart, Çavuşoğlu’nun ülkeye girişinin yasaklanması için yeterli bir neden bulunmadığını, Başbakan Rutte’nin Türkiye’den özür dilemesi gerektiğini açıklarken, Başbakan Rutte, böyle bir şeyi düşünmediğini belirtti.
Hollanda ile Türkiye arasındaki diplomatik ilişki, mart ayından bu yana düzelmedi.
Hollanda Büyükelçisi hala Ankara’ya gidemiyor:
Ama Başbakan Rutte, NATO ortağı Türkiye ile ilişkilerin zamanla düzeleceğine inanıyor.
Sıcak ilişkilerin yeniden canlanması için ilk adımı Hollanda Dışişleri Bakanı Bert Koenders yapmıştı. Nasıl mı?
O günlerdeki haberimi okuyunuz.
Hollanda’da, ‘Bu ne perhiz, bu ne lahana turşusu’ dedirtecek bir gelişme oldu. Türkiye ile adeta bir savaş başlatan Hollanda devletinin Dışişleri Bakanı Bert Koenders, bir Türk firmasının konuğu olarak Den Bosch şehrine gitti, Türk yemekleri yedi, konuştu ve adeta günah çıkardı. Hem de tam seçim arifesinin akşamında. Yani seçime birkaç saat kala…
Hollanda’nın Dışişleri Bakanı’nın katıldığı yemekli toplantı aslında önceden planlanmıştı. Hollanda Türk İşadamları Derneği HOTİAD’ın eski başkanı, DEİK ve DTİK’in Avrupa temsilcisi işadamı Turgut Torunoğulları, Ankara’da Ekonomi Bakanı ile yaptığı bir görüşme sırasında, Türkiye’de yatırım yapmış olan Hollandalı ve Türk işadamlarını bir araya getirmek istediğini belirtmişti.
Bakan’ın onayı ile harekete geçen Torunoğulları, 14 Mart akşamı için planlanan bu toplantı için Hollanda Dışişleri Bakanı Bert Koenders’dan da söz almıştı.
Toplantı günü yaklaştıkça heyecanı artan Torunoğulları, 11 Mart akşamı patlayan Hollanda-Türkiye çatışmasından sonra endişeye kapıldı ve planlanan bu toplantının akibetini merak eder olmuştu. Ama bu merak endişeye dönüşmedi. Zira Hollanda Dışişleri Bakanı Koenders, cereyan eden tüm üzücü olaylara rağmen toplantıya geleceğini bildirdi.
Bert Koenders, Den Bosch şehrindeki Edelstaal Şirketler Grubu’nun merkezinde gerçekleşen toplantıya, beraberinde İşçi Patisi seçim listesinde yer alan Emine Bozkurt da geldi.
Hollandalı ve Türk işadamları ile medya mensuplarının katıldığı toplantıda ilk konuşmayı Turgut Torunoğulları yaptı.
Torunoğulları şöyle konuştu:
”Sayın Dışişleri Bakanı’m Bert Koenders, Sayın Milletvekilimiz Michiel Servaes, Sayın Milletvekili Adayımız Emine Bozkurt , Sayın Dışişleri Bakan Danışmanı Eline Bosman, değerli STK ve NETUBA yöneticileri, değerli basın mensupları ve kiymetli misafirlerimiz.
2012 Yılında, Türkiye-Hollanda arasındaki 400 yıllık resmi ilişkilerin
400’üncü yılını kutlamıştık.”
Torunoğulları, talihsiz gelişmelere değinirken de şunları söyledi:
“11 Mart Cumartesi akşamı Rotterdam’daki olaylar oldu. Çarşamba akşamı ise seçimler vardı. Salı akşamı Hollanda Dışişleri Bakanı Bert Koenders bizi ziyaret etti. Personelimizle birlikte akşam yemeği yediler. Hollandalı ve Türk işadamlarının katılımıyla toplantı salonunda 400 kişilik bir toplantı yaptık. Bakan Koenders ile olayların nasıl geliştiğini konuştuk. Bakan Koenders olayların bu hale gelmesinden çok üzüntü duyduğunu ifade etti. ‘Buraya gelmemin nedeni bu krizin daha da büyümemesi. Sağ duyuya yakın olalım’ diyerek yumuşak mesajlar verdi.”
‘Hollanda -Türkiye ilişkilerinin iyi olacağına inanıyorum’ diyen Torunoğulları, sözlerini şöyle sürdürdü: “400 yıllık güzel dostluğumuz var. Dostum. Senato Başkanı Linden’ın önderliğinde 400 yıllık ilişkilerimizin kutlamasında da görev aldım. Çok güzel ilişkiler oldu. Bu yaşananlar geçici. Hem Hollanda’da seçim vardı hem de Türkiye’de referandum vardı. Dolayısıyla her iki tarafta stresliydi. Bu yaşananların stresten kaynaklı olduğunu düşünüyorum. Hollanda’nın Türkiye’de 22 milyar dolar , Türkiye’nin de Hollanda’da 9 milyar dolar yatırımı var, 20 bine yakın işadamı var, 500 bine yakın Türk insanımız var. Kısa bir zamanda güzel günler geri gelecek.
Biraz sonra açıklayacağım rakamlarda anlaşılacağı üzere, Türkiye ve Hollanda arasındaki ekonomik , siyasi ve sosyal anlamda ilişkilerde, iki ülkenin karşılıklı çıkarları doğrultusunda asla kopma olmamamlıdır. Burada yaşıyan 460.000 Türk vatandaşı, binlerce yüksek öğretim gören gençlerimiz, siyasetçilerimiz, akademisyenlerimiz, girişimcilerimizle, her iki ülkenin kalkınmasına katkımız olmuştur.
2015 yılının verilerine göre, iki ülke arasındakı ticaret hacmi 6 milyar 100 milyon dolara ulaşmıştır. Hollanda’nın Türkiye ihracatı 3 milyar 200 milyon dollar dolayında. Türkiye’nin Hollanda’ya satışı ise 2 milyar 900 milyon dolar oldu. Hollandaki Türk firma sayısı 2564. 2002-2015 yılları arasında Hollanda’nın Türkiye’ye yapılan yatırım miktarı 21 milyar dolardır. Türkiye’nin Hollanda’daki yatırımı ise 9 milyar dolar cıvarındadır ve Türkiye’nin en fazla yatırım yaptıgı ülke Hollandadır.
Sayın Dışişleri Bakanım, sizi burada ağırlamaktan onur duyuyoruz.
Son yaşanan üzücü olayın tekrar yaşanmamasını diler ve iki ülke arasındaki birlikteliğin devamını temmeni ederim.”
Edelstaal merkezini gezdikten sonra gördüğü manzara karşısında gurur duyduğunu belirten Bakan Koenders, Hollanda Türkiye dostluğunun çok köklü olduğunu dile getirdi ve son yaşanan olayların, sokaktaki insanları etkilememesini, Hollanda’nın asıl zenginliğinin çok renklilik ve seslililik olduğunu söyledi.
Hollanda Dışişleri Bakanı Bert Koenders konuşmasını yapıyor
Bakan Koenders şöyle devam etti: ”70’li yıllarda Hollanda’da Türk deyince akla misafir işçi gelirdi. Baklava kebap gelirdi. Ben gençlik yıllarımda otobüs ile Kars’a kadar gittim. Türkiye’yi ve Türk insanını biliyorum.
Yaşanan olaylar sizi etkilemesin. Bakın sizlerin bu ülkenin birer katma değeriniz olduğu şu manzaradan belli. Üreten çalışan insanlar görüyorum, az önce sayın Turgut Torunoğulları’nın da belirttiği ve rakamları verdiği gibi, 20 binin üzerinde işverenin olması, Hollanda’da yaşayan Türkler’in ne derece başarılı olduğunu gösteriyor.” dedi.
Bakan konuşmasında Türk mevkidaşı Mevlüt Çavuşoğlu’na izin verilmemesi konusu ile, hafta sonu yaşanan olaylara değinerek, “Biz Sayın Çavuşoğlu ile daha önce görüştük, kendisnin Konsoloslukta vatandaşlarla buluşmasında bir sakınca olmadığını söyledik. Fakat kendisi vatandaşlarla başka yerde buluşma konusunda ısrar etti. Cumartesi akşamı yaşanan olaylar ise hiç yaşanmasını istemediğimiz olaylardır. Fakat bu olayların ardınsan bizim faşist, nazi olarak adlandırılmamız da üzücüdür. Bu olaylar yaşanmıştır, fakat iki ülkenin insanlarının arasına gölge düşüreceğini sanmıyorum. Çünkü çok güçlü bağlarımız var. Ben seçim ortamında bu nazik daveti kırmayarak sizlere geldiysem, bu olayların bizleri fazla etkilememesi içindir.” dedi.
Bir yılı daha geride bıraktığımız şu sırada, adet olduğu üzere yeni yıl için dileklerimi bildirmeden önce, 2017’nin kısa bir değerlendirmesini yapmak istiyorum.
Dünyada yaşanan olaylar hepimizin malumu. Fakat 2017 yılı Türkiye ve Hollanda ilişkileri açısından çok farklı bir yıl olarak hafızalarda kalacak bir yıl oldu.
400 küsur yıllık Türkiye-Hollanda ilişkilerine hep dostluk, karşılıklı anlayış, yardımlaşma, olumlu ticari ve siyasi güzel ilişkiler damga vurmuştur.
Fakat, 11 Mart 2017 tarihinde yaşanan talihsiz olaylar bu ilişkilerin yönünü bir anda değiştirdi.
Bakanımız Fatma Betül Sayan Kaya hanımefendinin Rotterdam’a gelişi ve konsolosluğa alınmayarak yurt dışı edilmesi ile başlayan olaylar sonunda, iki dost ülke arasında kriz bir anda tırmandı.
Olayların bu duruma gelmesinde kim haklı kim haksız gibi bir polemiğe girmek, siyasi iradelere müdahale etmek, karar vermek haddimize değil elbette.
Bize düşen, her iki ülkenin de insanları olarak, iki ülkeyi de seven, yasalarına saygılı insanlar olarak olayları körüklemek değil, yatıştırmak olmalıydı.
Öyle de yaptık.
Düşünün, İki kardeş, iki aile, iki dost bile zaman zaman görüş farklılarına düşüyorlar, ararlarında münakaşa olmuyor mu?
O halde biz, bu ülkede yaşayan insanlar olarak bir şeyler yapmak zorundaydık. 11 Mart 2017 akşamı yaşanan olayların hemen ardından, adeta bir kriz masası oluşturarak, merkezi Den Bosch şehrinde olan Edelstaal şirketimizde iş, siyaset, basın, STK dünyasının saygın isimleri ile bir araya geldik.
Hollanda Dışişleri Bakanımız Sayın Bert Koenders, davetimizi kabul etti. Daha 11 Mart olaylarının sıcaklığı soğumamışken 13 Mart 2107 akşamı şirketimizi ziyaret eden bakanımızı, şirketimizde çalışan kardeşlerimiz başta olmak üzere, ağırlayarak birlikte yemek yedik. Kendisine, yaşadığımız ikinci vatanımız Hollanda’yı ne kadar sevdiğimizi, ne Türkiye’den ne de Hollanda’dan vazgeçmeyeceğimizi; Hollanda ile Türkiye’nin 400 yılı aşkın köklü dostluğundan söz ettik. Sağolsun Bakan Koenders da, İki ülke arasında dostluğun baki olduğuna inancının tam olduğunu söyleyerek, Hollanda’da yaşayan 500 bin Türk’ü ayırt etmeden kendi öz vatandaşları gibi gördüklerini kabul ettiklerini vurguladı.
Değerli dostlar, biz iş dünyası olarak, Türkiye ile Hollanda arasında köprü olmak, ilişkilerin rayına oturması için üzerimize düşeni yapmaya devam ettik. Mayıs ayında NETUBA’nın yaptığı organizasyonla Hollanda’nın en büyük şirket temsilcilerini Türk işadamları ile Marmaris’de buluşturduk.
2017 yılının son haftasında Başbakan M.Rutte’nin yaptığı açıklama ile vizyonumuz ve misyonumuzla ne kadar doğru adımlar attığımızın sevincini ve mutluluğunu sizlerle paylaşmak isterim. Başbakan M. Rutte, Türkiye ile Hollanda arasındaki ilişkilerin bir an önce düzeltilmesi gerektiğini ifade ettiği açıklaması, 2018 yılının bu iki dost ülke arasından yeni bir sayfanın açılacağını gösteriyor.
Acil, doğru ve soğukkanlı kararlar, insanları, şirketleri ve devletleri her zaman başarıya ulaştırır. Her zaman ifade ettiğim gibi, yapıcı olmak lazım. Her hangi bir olay yaşandığında suların durulmasını bekleyip ondan sonra, içi boş, cılız açıklamalar yapmak ve konuşmak değildir önemli olan. Dik durmak, adil davranmak, kağnı devrilmeden yol göstermektir.
Ben şahsım ve şirketlerim adına hep bunu yapmaya çalıştım. Biliyorsunuz her zaman her haksızlığa karşı tavrımızı anında ortaya koymuşuzdur.
DEİK (Dış Ekonomik İlişkiler Kurumu ) adına, Avrupa’daki vatandaşlarımızın haklarını her zaman savunmuş ve olumlu sonuçlarını da her zaman almışızdır.
”En kötü demokrasi en iyi darbeden daha iyidir” diyerek yönümüzü belli etmişizdir. Bir çoğu gibi bekleyip, günler, haftalar , aylar sonra rüzgarın yönüne göre konuşmadık, tavır almadık. Gazeteci şair Yavuz Nufel benimle yaptığı söyleşide, “ Tüm Serveti ile kumar oynadi” demişti. 15 Temmuz Hain Darbe girişimi ile ilgili tavrımız neyse 11 mart 2017 tarihindeki olaylarda da iki ülke arasındaki yapıcı tavrımız aynı olmuştur ve 2018 yılında da aynısı olacaktır.
2018 yılında beklentilerimiz neler olabilir ?
Dünyayı idare edenlerin düşünceleri ortadadır.
Oysa 2018 yılının dünyanın düşünen toplumdan beklentisi nedir?
Asıl dünya toplumu olarak buna tepki göstermemiz lazım!
Değerli dostlarım, yine de umudumuzu kaybetmeden aynı azim ve irade ile çalışmamız lazımdır.
Bu vesile ile yeni yılınızı en içten duygularımla kutlar, yeni yılda her şeyin daha güzel olacağına inancımla, Dünya’da, Türkiye’de, Hollanda’da huzurlu; şahsınızda sağlıklı, mutlu ve başarılı bir yıl diliyorum.
Saygılarımla
Turgut Torunoğulları
Edelstaal Şirketler gurubu Yönetim Kurulu Başkanı
Yukarıdaki analiz ve haberin De Volkskrant gazetesinde yayınlanmasından sonra, ülkenin en büyük gazetesi De Telegraaf ve üçüncü büyük gazetesi Trouw’da geniş bir şekilde yayınlanan haber ve yorumlarda, mart ayında bozulan Hollanda-Türkiye ilişkilerinin düzelmesi için, Erdoğan ve Rutte arasında sıcak mesajların verilmeye başlandığı belirtildi.
Aynı gün televizyonların haber bültenlerinde de, tüm gün bu haberler tekrarladı.
“Türkiye, Almanya, Belçika ve Hollanda ile yeniden yakınlaşıyor” başlığı ile yayınlanan haberlerde, Erdoğan’ın AB ve Hollanda ile bozuk olan ilişkilerini düzeltmek istediği belirtiliyor. Hollanda Başbakanı Rutte’nin, birkaç gün önce gazeteler kanalıyla verdiği sıcak sözlere itibar ettiği belirtilen Erdoğan’ın, Tunus ve Çad ziyaretleri sırasında uçakta yaptığı konuşmadan şu pasaj yayınlandı:
‘Her zaman söylediğim bir laf var. Biz düşmanı azaltmaya dostu çoğaltmaya mecburuz. Bizim ne Almanya’yla problemimiz var, ne Hollanda’yla, ne de Belçika’yla. Tam tersine oralarda iş başında olanlar benim eski arkadaşlarım. Bana karşı yanlış da yaptılar, o ayrı. Yoksa ben mesela Hollanda Başbakanı Rutte ile çok iyi görüşürdüm. Belçika hakeza öyle. Almanya’yı belirtmeme bile gerek yok. Steinmeier olsun, Merkel olsun, bunlarla münasebetlerimiz çok çok farklı olmuştur hep. Sorunlar oldu ama son görüşmelerimiz gayet iyi. Kudüs meselesini görüştüğümde, kendilerinden destek istedim, onlar da bizimle aynı çizgideydiler. Birkaç gün önce Steinmeier’i teşekkür için aradım. Rutte bizimle ilişkileri geliştirmek için bazı sinyaller veriyor. Tüm bunlar memnuniyet verici. Biz AB’yle, AB ülkeleriyle elbette ilişkilerimizin iyi olmasını arzu ederiz. ABD Başkanı Trump’un, Kudüs’ü İsrail’in başkenti olarak tanımasından sonra, Avrupa ülkelerinin Büyükelçiliklerini Kudüs’e taşımamaları memnuniyet vericidir’.
ÖZLENEN TABLO: Erdoğan ile Rutte’nin futbolcu Kuyt ile bu görüntüleri, ‘Özlenen tablo’ olarak anılarda kaldı
Daha önce naçizane şahsım, Hollanda Başbakanı Rutte’ye, ‘Madem ki siz daha demokrat ve daha medenisiniz, o halde inisiyatifi siz ele alın ve Türkiye ile ilişkileri düzeltin’ mahiyetinde bir mektup göndermiştim.
O mektubun Hollandaca ve Türkçesini altta bulacaksınız. Yine aşağıda göreceğiniz, Başbakan Rutte’nin bana gönderdiği 3 mayıs tarihli mektubun içeriğinde önemli bir not bulunmuyordu.
Gazetelerden:
Hollanda’da 50 yıldır gazetecilik yapan Türk kökenli gazeteci İlhan Karaçay, son günlerde yaşanan Hollanda-Türkiye krizi sonrasında, iki ülke arasındaki buzları eritmek için, Başbakan Rutte’ye bir mektup yazdı. Hollanda’da yaşayan Türk kökenlilere 50 yıldır gazeteci ve ombudsman olarak hizmet veren İlhan Karaçay, daha önceleri de Kraliçe Juliana ve Kraliçe Beatrix’e mektuplar yazmıştı. İlhan Karaçay’ın Başbakan Rutte’ye gönderdiği mektubun tam metni şöyle:
Almere, 27 Mart 2017
Sayın Başbakanım, Dikkat ettiyseniz size ‘Sayın Başbakan’ değil, ‘Sayın Başbakanım’ olarak hitap ettim. Zira, Türk kökenli bir Hollanda vatandaşı olarak sizi kendi Başbakanım olarak kabul ediyor ve saygı duyuyorum. Daha önceleri de çeşitli sorunlar için Kraliçe Juliana ve Kraliçe Beatrix’e mektuplar yazmıştım.
Sayın Başbakanım, son günlerdeki acı ve üzücü olaylara değinmeden önce, Türk kökenlilerin Hollanda’ya uyum sağlamadıkları iddiasına karşı, Hollanda’da bu konuda nelerin yanlış yapıldığına değinmek istiyorum. Ama bunun için örnekler vermek mecburiyetindeyim. Ben şahsen, Türkiye’de yabancı kökenli bir ‘Allochtoon’ olarak dünyaya gelmiştim. Çocukluk yıllarımda Arapça konuşmamız yasaktı. Konuşanlar karakola götürülüyordu. Müslümanlığın Alevi mezhebine sahip olduğumuz için, dini vecibelerimizi de gizli bir şekilde yerine getirebiliyorduk. Daha sonraları yaşanan rejim değişikliklerinden sonra Arapçayı da konuşabildik, Alevi olarak dini vecibelerimizi de yerine getirebildik. Yasaklar devam etseydi, belki de kendimi hiçbir zaman Türk addetmeyecektim ve kendimi Suriyeli Arap kabul edecektim. Ama ben kendimi hep Türk olarak hissettim. Aradan yıllar geçtikten sonra bu kez ben Hollanda’ya göç ettim. Sonra Hollanda tabiyetine geçtim. Gazetecilik yaparken Hollanda milli takımı ve Ajax ile dünyanın çeşitli yerlerine gittim. Seviyordum o zaman Hollanda futbolunu. 1978 yılında Arjantin’deki finalde kaybedince hüngür hüngür ağlamıştım. Daha sonra laleleri, yeldeğirmenlerini ve sarışınlarını sevmeye başladım Hollanda’nın. Bu sarışınlardan biri ile evlendim de… Bu evlilikten iki çocuğum oldu. İki de torunum var. Çocuklarım burada doğmuş olmalarına rağmen, benim yabancı kökenli olmam nedeniyle ‘Allochtoon’ olarak kayıtlara geçtiler. Başlangıçta ayrımcılıktan şikayet etmedi çocuklarım. Ben nasıl ki çocuk iken bir allochtoon olarak Türkiye’yi sevdim ve kendimi bir Türk olarak kabul ettiysem, çocuklarım da Hollanda’yı sevecek ve kendilerini Hollandalı olarak kabul edeceklerdi. Ama maalesef öyle olmadı. İki dilli ve iki kültürlü bir zenginliğe rağmen, çocuklarım da her zaman ayrımcılığı hissettiler. Çocuklarım, gazeteci olmam hasebiyle, yaşanan haksızlıklardan hep haberdar oldular ve bu duygular içinde yaşadılar.
Şahsen ben de ayrımcılığa kurban gittim. İki ülke arasında büyük bir sürtüşme ve boykota varan olaylar yaşandığı için. bu konuyu da anlatmakta yarar görüyorum. Hatırlarsanız, Alanya’da birkaç kendini bilmez Türk, 1995 yılında Hollandalı kızlara tecavüz etmiş ve kızlardan Marijke van Dijk’i öldürmüşlerdi. Bu caniler ömür boyu hapis cezasına çarptırılmışlardı. Daha sonra çıkan bir af yasasından yararlandıkları sanılan katiller yanlışlıkla serbest bırakılmışlardı. İşte o zaman Hollanda’da kıyamet kopmuştu. Hollanda ile Türkiye ilişkileri, bugünkü olaylar gibi zedelenmişti. Daha sonra hata düzeltildi ve katiller yeniden hapisaneye konulmuştu. O sırada Prens Willem Alexander ve Prenses Maxima Türkiye’ye gideceklerdi. Ama medyanın yaygarası nedeniyle bu gezi iptal edilmişti. İş o raddeye varmıştı ki, iki ülke biribirlerine karşı boykot tehditleri savurmuşlardı. İşte o sırada ben ortalığı yumuşatmak için, yönetmekte olduğum DÜNYA gazetesinde Türkçe ve Hollandaca bir yorum yayınlamıştım. Bu yorumumda iki ülke yöneticilerini sakin olmaya davet etmiş, iki ülke halkına da tavsiyelerde bulunmuştum. Satır aralarında Hollandalı ebeveynlere ve kızlara şu tavsiyede bulunmuştum: ” Türkiye bir İskandinav ülkesi değil, bir ortadoğu ülkesidir. Bu nedenle Türkiye’de giyiminize ve davranışlarınıza dikkat edin.” diye yazmıştım. Ne var ki GPD Ajansı, benim bu tavsiyemden bir başka anlam çıkarmış ve 28 abonesine, benim, ‘Alanya’daki tecavüz ve cinayet kendi kabahatlarıydı’ diye yazdığımı iddia etmiş ve ‘Alanya’da tecavüze uğrayanların kendileri kabahatlı’ başlığı ile haber yapmıştı. İşte o zaman kıyamet koptu ve tüm Hollanda medyası bana karşı acımasız yayın yapmaya başladı. Tabii ki olaya karışan kızlar ve aileleri de çok üzüldüler ve benim aleyhime tazminat davası açtılar. Ben, haber-yorumumda böyle bir ifade kullanmadığımı belirtmeme ve ailelerden özür dilememe rağmen yargılandım.
Ne gariptir ki, Utrechts Nieuwsblad gazetesi daha sonraki bir başyazısında, yanlış yaptıklarını ve benim böyle bir ifade kullanmadığımı yazdı ama bu da fayda etmedi. Avukatlarımın ‘Fikir özgürlüğü’ savunması, Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’nden örnek duruşmalar göstermesi ve Utrechts Nieuwsblad’ın günah çıkarır gibi düzeltme yorumu bile yargıçları tatmin etmedi. Bu nedenle toplamda 18 bin euro cezaya çarptırıldım ve bu cezayı da ailelere ve devlete ödedim. Yukarıda anlattığım olay, Hollanda adliyesinin bana karşı açıkça uyguladığı bir ayrımcılıktır. Çok uğraşmıştım. Amsterdam’daki duruşmaya bizzat katılmıştım. Hakimin önünde ailelere hitap ederek, böyle bir benzetme yapmadığımı söyledim ve açıkça özür diledim. Ama yargıçlar, medyanın etkisinde kalmıştı bir kere…
Şimdi gelelim bu günlere. Bugünlerde de Türkiye ile Hollanda arasında büyük bir gerilim yaşanıyor. Burada tekrarlamaya gerek görmediğim malum olaylar, iki ülke arasında savaş niteliği kazanacak kadar ciddi bir şekilde gelişiyor. Öyle ya, Rotterdan Belediye Başkanı Aboutaleb’in, ‘Polis timine, yanlış bir harekette vur emri vermiştim’ şeklindeki açıklaması, Türk Dışişleri Bakanı tarafından, ‘Bu bir savaş nedeni olurdu’tepkisine yol açtı.
Sayın Başbakanım, ben gerek ajansım ile gönderdiğim haber-yorumlarda ve gerekse sosyal medyadaki yazılarımda hep uzlaştırıcı olmaya çalıştım. Bu olaylar için ne kadar çok kızmış Hollandalı varsa, lehte ve aleyhte o kadar çok kızmış Türk de var. Ben burada, Türkiye’nin yanlışlarını sıralamayacağım. Türkiye’deki rejimin iyiliği veya kötülüğü bir tarafa. Mademki Hollanda demokrat, özgürlükçü ve insan haklarından yana bir ülkedir, o zaman 11 Mart cumartesi akşamı Rotterdam’da yaşanan olayların yorumunu nasıl yapmamız lazım? Demokrasilerde, özgürlükçülükte ve insan hakları savunuculuğunda kısasa kısas olur mu? Yani, ‘Türkiye şunu yaptı, biz de bunu yaparız’demek olur mu? O zaman nerede kaldı demokrasi, özgürlükçülük ve insan hakları savunuculuğu? O akşam televizyonlardan canlı olarak izlediğimiz olaylar sırasında, Hollandalılar’ın gururla baktıkları polis kuşatması, Türkler’in içini karartıyordu. Ekranlarda hem de Bakan olan bir hanımefediye yapılan muamaleyi izleyen milyonlarca Türk, adeta kan kusuyorlardı. Türk kökenli bir Hollanda vatandaşı olarak ben de öfkelenmiştim. Türkiye’nin Rotterdam Başkonsolosu Sadin Ayyıldız’a, Bakan’ın yanına girme izni bile verilmiyordu. Bakan’a ve yanındaki heyete bir bardak su bile verilemedi. Daha sonra iki Türk diplomat tutuklanarak karakola götürüldü. Diplomatik pasaportlarını gösterdikleri halde tam iki saat hem de ayrı ayrı hücrelerde tutuldular. Peki, bu olayların bu raddeye gelişinin nedeni Türkler miydi? Ben şahsen, sizin Türkiye Başbakanı Yıldırım ile, Koenders’ın da Dışileri Bakanı Çavuşoğlu ile yaptığınız telefon konuşmalarının içeriğini biliyor gibiyim. Fransa’nın aynı saatlerde Çavuşoğlu’nun uçağına iniş verdiği haberleri arasında, sizin hala yasakçı olma tavrınızın nedeni, iddia edildiği gibi, sırf Wilders’e karşı, daha sert yabancı ayrımcılığı yapmak mıydı? Hoş, genel kanaat böyleydi ve bu nedenle de sizin seçimde Wilders’i alt ettiğiniz kanaati hakim ama, bundan sonra olayın telafisine nasıl gideceksiniz? Sayın Başbakanım, sayıları 315 bini bulan Türk kökenli Hollanda vatandaşı olarak, biz bu ülkeyi, lalesi, yel değirmeni, sarışını, eşcinseli ile sevmek istiyoruz. Bir zamanlar ben çok sevmiştim bu ülkeyi. Sonra sevmez oldum. Haliyle çocuklarım da uzaklaştı bu sevgiden. Şimdi bir iddiaya karşı yanıt vereyim. Hollandalılar faşist ve ırkçı değillerdir. Hollandalı’nın faşist ve ırkçı olmadığının delil ve örnekleri elimizde vardır. Bir zamanlar Glimmerveen diye ırkçı bir politakcı türemişti. Ama Hollanda halkı bu ırkçıya prim vermedi ve seçimlerde tek sandalye bile kazanamadı. Daha sonra Janmaat diye bir başka ırkçı çıktı piyasaya. Bu ırkçı da Hollanda halkından destek alamadı. Sadece bir sandalye kazandı ve kendisi meclise girdi. Ama meclisteki hiçbir parlamenter bu adamın elini bile sıkmadı. Zira o zamanlar politikacılar Hollanda halkının bu konudaki duygularını ve tutumunu çok iyi biliyorlardı. Sonra sevimli bir ırkçı çıktı ortaya. Pim Fortuyn idi bu sevimli ırkçı. New York’taki 11 Eylül sendromundan sonra patlayan islamafobiden de yararlanan Fortuyn büyük bir popülarite kazanmıştı. Ama ne var ki öldürüldü Fortuyn. Katili bulunmasaydı, suç Müslümanlar’a atılacaktı. Ama ne mutlu ki katili yakalandı ve Müslümanlar bu töhmetten kurtuldu. Katil bir Müslüman değil, sapsarı bir Hollandalıydı. Daha sonra Bayan Verdonk Azınlıklardan Sorumlu bir Bakan olarak çıktı karşımıza. Söylemleri ve uygulamaları ile tam bir yabancı karşıtı olan Verdonk’a ben, bir Türk şarkısından esinlenerek ‘Vicdansız Sabuha’ lakabını takmıştım. Sonraları da Wilders denen adam çıktı arenaya… Sonu da malum. İşte, Hollanda halkı bu çirkin politikacıların tesiri altında kaldılar. Aramızdaki çürük elmalar da Hollanda halkı içindeki bakış açılarının değişmesinde rol aldılar. Eskiden bize, ne Türkiye devleti sahip çıkıyordu ne de Hollanda. Şimdi görüyorum ki, bizi paylaşamıyorsunuz. O zaman, bize bir şans verin sayın Başbakanım. Öyle şeyler yapın ki, biz bu ülkeyi yeniden sevelim. Gerekirse bu ülke için can da verelim. Şu bir gerçektir ki, Hollandalılar olaylara daha serin kanlı bakarlar. Yani serinkanlı nuchterler. Doğulular ise duygusaldırlar. Hollanda’yı yöneten bir Başbakan olarak siz burada serinkanlılığınızı gösterin ve daha duygusal olan Türkiye’ye karşı daha kucaklayıcı olun. Bakın, buraya gelmiş ve burada doğmuş olan yarım milyona yakın Türk kökenli, çoğunlukla bu ülkeye entegre olmuş vatandaşlardır. 25 bin Türk kökenli işyeri açmıştır bu vatandaşlarınız. Bunlar 100 bine yakın insan çalıştırmaktadır. Türk kökenli çocuklar eğitim görmüşlerdir. Binlerce gencimiz çok önemli pozisyonlarda görev yapmaktadır. Türk kökenliler siyasete de ilgi duymuşlardır. Milletvekili olan, İl Genel Meclisi Üyesi olan ve Belediye Meclis Üyesi olan binlerce Türk kökenli vardır. Bazı çatlak sesler, Türk kökenlileri aşağılamak için bu gelişmelerin aksini iddia etmektedirler. Tabii ki her toplum içinde çürük elmalar olacaktır. Türkiye’nin Akdeniz sahillerinde binlerce Hollandalı yaşamaktadır. Oradaki Hollandalılar arasında da çürük elmalar yok mudur? Göçmenler, dünyanın her tarafında aynı kaderi paylaşırlar sayın Başbakanım. Kanada’daki, Avusturalya’daki, Yeni Zelanda’daki Hollanda’dan göç etmişlere bakınız. Orada da aynı sorunları görürsünüz. Buralarda kiliseler boş iken ve hatta bazıları camiye dönüştürülürken, oralarda kiliseler dolmaktadır. Tıpkı burada camilerin dolduğu gibi…
Bunlar, göçmenlerin kendilerini sahipsiz hissetmelerinden kaynaklanmaktadır. Türk kökenlilerin Hollanda’daki toplumsal konumları da tartışılıyor. Türk kökenliler aslında toplumdaki gelişmelere duyarlı davranmaktadırlar. Bunun son örneğini 15 Mart seçimlerinde gördük. Türk kökenliler siyasi katılım mücadelesinde farklı bir misyon ortaya koydular. Türk kökenliler seçimlerde katılımı azami seviyeye çıkararak, güçlerinin farkına varılmasını istediler ve bunu sağladılar. Seçim andıklarına giderek Hollanda’nın asli unsuru olduklarını ortaya koydular. Türk kökenliler, kullandıkları oylar ile, bu ülkenin yönetimi ile ilgili kaygılarının olduğunu ortaya koydular. Eşit vatandaşlar olarak, seçme ve seçilme hakkını vatandaşlık şuuruyla yerine getirdiklerini gösterdiler. Türk kökenli Hollandalılar, Türkiye’ye duydukları aidiyetin, Hollanda’ya duydukları aidiyete halel getirmeyeceğini, tam aksine bunun bir zenginlik olduğunu tavırlarıyla gösterdiler. Sayın Başbakanım, madem ki bizler, gelişmemiş ve henüz demokratikleşmemiş bir ülkeden göç etmişiz, siz de gelişmiş , medenileşmiş ve demokratikleşmiş bir ülkesiniz, o halde gelişmelere de bu minvalde toleranslı davranılması gerektiğini anlamalısınız. Burada yaşamakta olan yarım milyona yakın Türk ve Türk kökenlinin daha fazla üzülmesine izin vermeyiniz. Buradaki Türk kökenliler, Hollanda’nın lalesini, yeldeğirmenini, futbolunu ve sarışınlarını yine sevmek istiyorlar. Bu aşkın yeniden doğmasına ön ayak olunuz. Bu mektubum ile birlikte size, 2012 yılında kutladığımız Hollanda-Türkiye ile 400 yıllık ilişkilere ait kitabımı da gönderiyorm. Bu kitapta da göreceksiniz ki, iki ülke arasındaki dostluk çok eskiye dayanıyor. Bu bir dostluktan ziyade kader birliğine de benziyor. Zira Türkiye, Hollanda’nın kuruluşunda ve sonrasında büyük yararlar sağlamıştır. Hollanda’nın düşman olması gereken en son ülke Türkiye olmalıdır. Hollanda’nın Türkiye’ye minnet borcu da vardır. Bu borcu Prens Maurits o zamanlar Zeeland’ta bir yere ‘Türkije’ adını vererek ödemeye çalışmıştır. 80 Yıllık İspanya savaşını kazanmanızda Osmanlı’nın rolü olmuştur. Kurulan Hollanda devletini Venedikliler, Almanlar ve Fransızlar istemediği halde ilk tanıyan Osmanlı olmuştur. İlk Büyükelçiniz Haga, Osmanlı Sultanı tarafından kabul edilip kapütülasyon hakkını aldığı zaman Hollandalılar çok mutlu olmuşlardı. İşte biz böylesi bir kader birliğine sahibiz. Şimdi sıra o kader birliğini yeniden inşa etmeye geldi. Bunu da en iyi yapacak olanların başında siz geliyorsunuz. Sizden bekleneni yapınız sayın Başbakanım. Bu ara benim yapmamı istediğiniz bir şey olursa, başımın üzerine… Mektubuma son vereceğim sırada Rotterdam’dan bir haber geldi: Bir Türk, dükkanını Erdoğan posterleri ile süslemiş. Uyarı üzerine polis gelmiş ve bu posterleri toparlatmış. Gerekçe olarak da, kışkırtıcılığı önlemek gösterilmiş. Bu durumda bu tip gelişmeler devam edecek gibi. Peki şimdi ne yapacağız sayın Başbakanım? Bu ülkede Erdoğan’ı sevenler olduğu sürece, siz nasıl demokrat ve özgürlükçü olarak hareket edeceksiniz? Türkler’in bazıları soruyorlar: Erdoğan diktatördü de, neden O’nunla anlaşmalar yapıyorsunuz? Erdoğan’ı Avrupa olarak neden tamamen dışlamıyorsunuz da, konu seçim olduğu zaman O’nu dışlıyorsunuz? Burada yaşayan yarım milyona yakın Türk kökenlinin büyük çoğunluğu, bu gibi siyasi çekişmeler içerisinde kurban mı olacaklar? Lütfen sayın Başbakanım, siz Hollanda gibi önemli bir ülkeyi yönetecek beceriye sahipsiniz. Türkiye ile bozulmuş olan ilişkiyi çözebilecek yeteneğe sahip olduğunuza inanıyorum. Paylaşamadığınız buradaki Türk kökenlilerin hatırına, barış inisiyatifini siz alınız. Yarım milyona yakın Türk ve Türk kökenliler sizden bunu bekliyor.
Saygılarımla, İlhan Karaçay
Turks-Nederlandse journalist İlhan Karaçay schrijft een brief aan premier Rutte om het ijs tussen Nederland en Turkije te laten smelten İlhan Karaçay, een Nederlander met een Turkse achtergrond die al 50 jaar in ons land als journalist werkzaam is, heeft naar aanleiding van de huidige crisis tussen Nederland en Turkije een brief aan premier Rutte geschreven om het ijs tussen beide landen te laten smelten. İlhan Karaçay, die als journalist en als ombudsman al 50 jaar diensten verleent aan de mensen met een Turkse achtergrond in Nederland heeft eerder ook al brieven aan de toenmalige Koningin Juliana en Koningin Beatrix geschreven. De brief die İlhan Karaçay aan premier Rutte heeft geschreven is als volgt:
Almere, 27 maart 2017
Mijn Geachte Premier,
Zoals u ziet is de aanhef van mijn brief, “mijn geachte premier”, in plaats van “geachte premier”. Dat komt omdat ik, als Nederlander met een Turkse achtergrond, u als mijn premier zie en respect voor u heb. Al eerder heb ik ook vanwege verschillende vraagstukken brieven gestuurd aan de toenmalige koningin Juliana en koningin Beatrix. Mijn geachte premier, voordat ik iets wil zeggen over de bedroevende gebeurtenissen van de afgelopen tijd, wil ik, als antwoord op de bewering dat de mensen met een Turkse achtergrond niet goed ingeburgerd zijn in Nederland, het hebben over de fouten die er in Nederland in dit proces gemaakt zijn. Om dit te doen is het nodig om voorbeelden te geven. Ik ben persoonlijk een “allochtoon” met een buitenlandse achtergrond die in Turkije ter wereld kwam. Tijdens mijn kinderjaren was het voor ons verboden om Arabisch te praten. De mensen die wel Arabisch spraken werden door de politie meegenomen. Omdat wij islamitische alevieten zijn, konden wij onze religieuze verplichtingen alleen maar in het geheim uitvoeren. Later, onder andere regeringen, mochten wij wel Arabisch praten en mochten we ook onze alevitisch religieuze verplichtingen uitvoeren. Als deze verboden zo gebleven waren, zou ik mijzelf nooit een Turk hebben gevoeld, maar misschien wel een Syrische Arabier. Ik heb mijzelf echter altijd Turk gevoeld. Jaren later ben ik naar Nederland verhuisd. Ik heb de Nederlandse nationaliteit gekregen. Tijdens de periode dat ik als journalist werkzaam was, heb ik over de hele wereld het Nederlands elftal en Ajax gevolgd. Ik hield erg van het Nederlands voetbal. Toen in 1978 Nederland de finale tegen Argentinië verloor heb ik tranen met tuiten gehuild. Later ben ik gaan houden van de Nederlandse tulpen, de windmolens en de blondines. Met zo’n blond meisje ben ik ook getrouwd…
Uit dit huwelijk heb ik twee kinderen gekregen. Nu heb ik ook twee kleinkinderen. Ondanks dat mijn kinderen hier geboren zijn, werden zij, omdat ik een buitenlander was, bestempeld als “allochtoon”. Net zoals ik in Turkije als kind zijnde een allochtoon was en hield van Turkije en mezelf Turk voelde, hebben mijn kinderen in eerste instantie geen last gehad van discriminatie. Ook zij zouden zich op dezelfde manier van Nederland houden en zich Nederlander voelen. Dit ging echter anders. Ondanks de rijkdom van twee culturen en twee talen hebben mijn kinderen zich wel gediscrimineerd gevoeld. Vanwege mijn beroep als journalist waren mijn kinderen altijd op de hoogte van de onrechtvaardigheden die er waren en daardoor hebben zij met deze gevoelens geleefd. Ik ben zelf ook geregeld gediscrimineerd. Omdat ik zie dat er grote wrijving en zelfs boycots zijn tussen de beide landen, vind ik het nodig om dit voorbeeld aan te halen. Zoals u zich waarschijnlijk zult herinneren, waren er in 1995 in Alanya een paar verachtelijke Turken die Nederlandse meisjes hadden aangerand en een van deze meisjes, namelijk Marijke van Dijk, vermoord. Deze schurken hebben daarna een levenslange gevangenisstraf gekregen. Later profiteerden zij van een generaal pardon en werden de daders van deze moord per abuis vrijgelaten. In Nederland was toen het hek van de dam. De contacten tussen Nederland en Turkije waren, net als vandaag de dag, flink gehavend. Later is de vrijlating van de daders gecorrigeerd en werden zij opnieuw vast gezet. In die tijd zouden prins Willem Alexander en prinses Maxima naar Turkije gaan, maar vanwege de druk die er vanuit de media ontstond was deze reis afgelast. Het conflict was zo groot geworden dat beide partijen elkaar dreigden met boycots. Op dat moment had ik in de krant DÜNYA, waar ik toen de redactie over had, een column in het Turks en Nederlands geplaatst. Hierin vroeg ik aan de leiders van beide landen om zich gedeisd te houden en ik gaf aan het volk van beide landen adviezen. Tussen de regels door gaf ik het volgende advies aan Nederlandse ouders en hun dochters: “Turkije is geen Scandinavisch land, het is een land in het Midden-Oosten. Om deze reden is het belangrijk om op je kleding en je gedrag te letten als je in dit land bent.”
Helaas heeft het GPD persagentschap mijn woorden anders uitgelegd en tegenover haar 28 abonnees verklaard dat ik gezegd zou hebben dat “de aanranding en de moord in Alanya de schuld was van de meisjes zelf”. Zij hebben toen een stuk geplaatst met de kop: “Verkrachting in Alanya was eigen schuld”. Toen was het hek van de dam en de gehele Nederlandse media begon toen een agressieve strijd tegen mij. De betrokken meisjes en hun ouders hebben toen een schadevergoeding claim tegen mij aangespannen. Ondanks dat ik verklaard had dat ik in mijn column niet deze uitspraak had gedaan en dat ik mijn excuses had aangeboden tegenover de betreffende families, werd ik toch veroordeeld. Het was opmerkelijk dat het Utrechts Nieuwsblad later in een hoofdartikel verklaarde dat zij een fout hadden gemaakt en dat ik mij inderdaad niet op die manier had uitgelaten. Dit was echter tevergeefs. De rechters werden niet overtuigd door mijn advocaten die het hadden over de vrijheid van meningsuiting, de jurisprudentie van het Europese Hof voor de Mensenrechten die vergelijkbaar waren en de rectificatie van het Utrechts Nieuwsblad waarin zij de uitlatingen corrigeerden. Ik ben toen veroordeeld tot het betalen van 18 duizend euro en heb dit betaald aan de betreffende families en de staat. Het voorval wat ik hierboven vermeld, is een duidelijke vorm van discriminatie die door de Nederlandse rechtbank ten opzichte van mij werd toegepast. Ik ben hier lang mee bezig geweest. Zelf ben ik ook naar de zitting geweest in Amsterdam en heb ten overstaan van de rechter en betrokkenen verklaard dat ik niet zo’n vergelijking had gemaakt en dat ik mijn excuses aanbood voor dit misverstand. Maar de rechters stonden helaas onder druk van de media…..
Als we nu eens kijken naar het heden. Er is een grote spanning tussen Turkije en Nederland. De bekende voorvallen, waarvan ik het niet nodig vind om ze hier te herhalen, ontwikkelen zich op serieuze wijze, zodat er binnenkort gesproken kan worden over een daadwerkelijke oorlogssituatie. Het is zelfs zo dat de burgemeester van Rotterdam Aboutaleb de volgende uitspraak heeft gedaan: “Ik heb het politieteam de opdracht gegeven om te schieten als er verkeerde handelingen gedaan zouden worden” en het antwoord hierop van de Turkse minister van Buitenlandse Zaken hierop was “Dit zou reden zijn voor oorlog”.
Mijn geachte premier, ik heb altijd in mijn stukken, zowel in mijn nieuwsartikelen en columns in de media als op sociale media, geprobeerd om verzoenend te zijn. Vanwege de gebeurtenissen zijn er veel Nederlanders die kwaad zijn, maar er zijn net zoveel Turken die kwaad zijn (deze mensen kunnen zowel vóór als tegen zijn). Ik ga hier niet de fouten van Turkije opnoemen. De goede of slechte kanten van de regering van Turkije zijn hier ook niet aan de orde. Als Nederland een democratisch, vrij land is wat zich inzet voor mensenrechten, hoe kunnen we dan de gebeurtenissen die op 11 maart in Rotterdam plaatsvonden verklaren? In een democratie, een vrij land en een land waar de mensenrechten hoog in het vaandel staan, betaalt men toch niet met dezelfde munt terug?
Dus: ‘Turkije heeft dit gedaan en daarom doen wij dit’, kan toch niet de redenatie zijn? Waar blijven we dan met onze democratie, vrij land en mensenrechten?
Tijdens de gebeurtenissen die avond, die we allemaal live op de televisie hebben kunnen zien, keken de Nederlanders met trots naar het politieoptreden, maar werden de Turken hier kwaad over. De miljoenen Turken die zagen hoe de vrouwelijke minister behandeld werd, werden furieus. Als een Nederlander met een Turkse achtergrond werd ik ook kwaad. De Turkse Consul-Generaal Sadin Ayyıldız uit Rotterdam kreeg zelfs geen toestemming om naar haar toe te gaan. Ze konden de minister en haar consorten niet eens een glaasje water aanbieden. Later werden er twee Turkse diplomaten opgepakt en meegenomen naar het politiebureau. Ondanks dat zij hun diplomatenpaspoort toonden, werden zij toch twee uur vastgehouden in twee aparte politiecellen. Maar, waren het wel de Turken die ervoor hadden gezorgd dat deze activiteiten zo uit de hand liepen?
Ik persoonlijk kan mij een beetje voorstellen hoe de gesprekken tussen u en de premier van Turkije Yıldırım en de gesprekken tussen de Ministers van Buitenlandse Zaken Koenders en Çavuşoğlu zouden zijn gelopen. Op het zelfde moment werd in Frankrijk bekend gemaakt dat het vliegtuig van Çavuşoğlu daar wel mocht landen, maar u bleef maar verbieden. Was de reden hiervan, zoals beweerd wordt, alleen maar om tegenover Wilders meer discriminatie van vreemdelingen te tonen? Goed, de algemene indruk was als boven vermeld en er wordt ook gezegd dat u om deze reden van Wilders gewonnen heeft, maar hoe gaat u deze gebeurtenis compenseren? Mijn geachte premier, wij, als Nederlanders met een Turkse achtergrond, waarvan het aantal op dit moment 315 duizend is, willen van dit land houden met zijn tulpen, met zijn windmolens, met zijn blondines en met zijn homoseksuelen. Eens heb ik ook veel van dit land gehouden. Maar later hield ik er niet meer van. Zelfs mijn kinderen zijn verwijderd van deze liefde. Nu wil ik graag antwoord geven op een bewering: Nederlanders zijn niet fascistisch of racistisch. Er zijn voldoende bewijzen die aantonen dat Nederlanders niet fascistisch of racistisch zijn. Ooit was er een racistische politicus genaamd Glimmerveen. De Nederlandse bevolking heeft deze man geen premies gegeven en hij heeft zelfs geen enkele zetel gekregen bij de verkiezingen. Later kwam er een andere racist genaamd Janmaat. Ook deze racist kreeg geen steun van de Nederlandse bevolking. Hij kreeg één zetel en kwam zodoende in de kamer. Maar geen enkel ander kamerlid heeft deze man zelfs de hand geschud. Want de politici van toen wisten heel goed hoe de Nederlandse bevolking dacht over deze gevoelens en houding. Later kwam er een sympathieke racist. Dat was Pim Fortuyn. Fortuyn maakte gebruik van de islamofobie die ontstond na het 11 september syndroom en verkreeg veel populariteit. Maar Fortuyn werd vermoord. Als de moordenaar niet gevonden was, dan hadden de moslims hier de schuld van gekregen. Maar gelukkig werd de moordenaar wel gepakt en werden de moslims gered van deze valse beschuldiging. De moordenaar was geen moslim, maar een blonde Nederlander. Nog later werd mevrouw Verdonk minister van minderheidszaken. Verdonk was, zowel met haar uitspraken als met haar activiteiten tegen vreemdelingen en ik noemde haar (gebaseerd op een Turks liedje) “Sabuha zonder geweten”. Nog later kwam de man genaamd Wilders in de arena en de rest is bekend. De Nederlandse bevolking staat onder invloed van deze lelijke politici. De rotte appels onder ons hebben ervoor gezorgd dat de visie van de Nederlandse bevolking veranderd is. Vroeger bekommerde noch Turkije noch Nederland zich om ons. Nu zie ik dat beiden ons willen veroveren. Mijn geachte premier, geef ons dan een kans. Doe dingen waardoor wij ook weer van dit land gaan houden. Dat we ons leven willen geven voor dit land, als dat nodig is. Het is juist dat de Nederlanders wat nuchterder kijken naar deze gebeurtenissen. Oosterlingen zijn wat gevoeliger. Laat u, als Nederlandse premier uw nuchterheid zien en omarm Turkije, wat dus wat gevoeliger is. Kijk, er zijn een half miljoen Turken die hier geboren zijn, of die zich hier gevestigd hebben en de meeste van hen zijn geïntegreerde burgers van dit land. Er zijn 25 duizend Turken die een eigen bedrijf hebben hier in Nederland. Totaal werken er 100 duizend mensen in deze bedrijven. De kinderen met een Turkse achtergrond hebben hier hun opleiding gevolgd. Duizenden jonge Turken zijn werkzaam op belangrijke posities. De mensen met een Turkse achtergrond hebben ook hun belangstelling voor de politiek getoond. Er zijn honderden kamerleden, leden van de provinciale raden, en gemeenteraadsleden met een Turkse achtergrond. Er zijn figuren die de tegenstelling van deze ontwikkeling beweren om de Turken te vernederen. Natuurlijk heb je in iedere gemeenschap de rotte appels. Aan de kust van de Middellandse Zee in Turkije wonen duizenden Nederlanders. Zitten er tussen deze Nederlanders geen rotte appels? Migranten delen over de hele wereld hetzelfde lot, mijn beste premier. Kijk naar de Nederlanders die naar Canada, naar Australië, naar Nieuw-Zeeland zijn verhuisd.. Daar zie je dezelfde problemen. Terwijl de kerken hier leeg zijn en sommige kerken zelfs omgebouwd zijn tot moskee, zijn de kerken daar vol. Net als de moskeeën hier….
Dit komt omdat de migranten zich niet geaccepteerd voelen. Ook de maatschappelijke situatie van de Nederlanders met een Turkse achtergrond worden bediscussieerd. Eigenlijk zijn de mensen met een Turkse achtergrond erg betrokken bij de ontwikkeling in de maatschappij. Dit hebben we gezien bij de verkiezingen van 15 maart. De Nederlanders met een Turkse achtergrond hebben een andere missie getoond bij de strijd om de politieke betrokkenheid. Zij wilden dat hun invloed werd gemerkt door de deelname van de Nederlanders met een Turkse achtergrond tot een maximum te verhogen en dit is ze gelukt ook. Zij hebben bewezen een belangrijke element te zijn in Nederland door naar de stembussen te gaan. De Nederlanders met een Turkse achtergrond hebben hun bezorgdheid over de aansturing van dit land laten zien door middel van hun stemgebruik. Zij hebben getoond dat zij als volwaardig staatsburger optimaal gebruik maken van hun actief en passief kiesrecht. De Nederlanders met een Turkse achtergrond hebben met deze houding laten zien dat het geen belemmering is om zowel bij Turkije als bij Nederland te horen, in tegenstelling dat het juist een verrijking is. Mijn geachte premier, nu het zo is dat wij uit een land komen wat nog niet ontwikkeld is als Nederland en wat nog niet democratisch is. U komt wel uit een democratisch en ontwikkelder land en zult dan toch begrijpen dat u in dit kader geacht wordt wat toleranter te zijn ten opzichte van deze ontwikkelingen. Geef geen aanleiding om een half miljoen Turken en mensen afkomstig uit Turkije wat hier woont nog langer bedroefd te laten zijn. De mensen met een Turkse achtergrond die hier wonen willen van Nederland houden met zijn tulpen, met zijn windmolens, met zijn voetval en met zijn blondines. Neemt u het voortouw om deze liefde nieuw leven in te blazen. Samen met deze brief stuur ik het boek wat ik in 2012 heb gemaakt naar aanleiding van de 400 jarige betrekkingen tussen Nederland en Turkije. In dit boek zult u zien dat de vriendschap tussen beide landen al heel oud is. Los van de vriendschap lijkt het meer op een lotgenotenschap. Turkije heeft namelijk een belangrijke rol gespeeld bij het ontstaan van Nederland. Turkije zou het laatste land moeten zijn wat een vijand wordt van Nederland. Nederland is Turkije ook dankbaarheid verschuldigd. Deze dankbaarheid heeft Prins Maurits in het verleden willen tonen door een plaatsje in Zeeland de naam “Turkije” te geven. De Osmanen hebben een rol gespeeld bij het overwinnen van de Nederlanders in de 80-jarige oorlog met Spanje. Toen Nederland opgericht werd, wilden de Venetiërs, de Duitsen en de Fransen dit niet, maar het Osmaanse Rijk was destijds het eerste land wat Nederland erkende. Jullie eerste ambassadeur Cornelis Haga werd door de Osmaanse sultan ontvangen en toen de rechten van capitulatie werden overgedragen waren de Nederlanders erg blij. Dit is ons lotgenotenschap. Nu is het tijd om dit lotgenotenschap nieuw leven in te blazen. U bent de persoon die vooraan staat bij de personen die dit zouden kunnen doen. Mijn premier doet u wat er van u verwacht wordt. Als ik hierin iets kan betekenen, dan doe ik dat graag….
Ik ben aan het einde van mijn brief gekomen en ik hoor net een bericht uit Rotterdam: Een Turk heeft zijn winkel versierd met posters van Erdoğan. De politie is gewaarschuwd en zij kwamen langs om de posters weg te halen. Als aanleiding wordt gezegd dat dit ophitsing is. Het lijkt er op dat dit soort ontwikkelingen door zullen gaan. Maar mijn premier, wat gaan we nu doen? Hoe gaat u vorm geven aan de democratie en het vrije land zolang er in dit land mensen zijn die van Erdoğan houden? Sommige Turken vragen het volgende: Als Erdoğan een dictator is, waarom worden er dan overeenkomsten met hem afgesloten? Waarom wordt Erdoğan niet door heel Europa buitengesloten, maar alleen op het moment als het gaat om de verkiezingen? Moeten de half miljoen Nederlanders met een Turkse achtergrond het slachtoffer worden van dit politieke getouwtrek? Alstublieft, mijn premier, u heeft de capaciteiten om leiding te geven aan een belangrijk land als Nederland. Ik geloof dat u de vaardigheden heeft om de relatie tussen Turkije en Nederland, die nu kapot is, te herstellen. Neemt u alstublieft het initiatief om vrede te sluiten in naam van alle Nederlanders met een Turkse achtergrond die u ook vóór zich wilt winnen. Een half miljoen Turken en mensen met een Turkse achtergrond verwacht dit van u.
Hoogachtend,
İlhan Karaçay
Hollanda Başbakanı Mark Rutte’ye mart ayında göndermiş olduğum, bilgilendirici ve uyarıcı mektuba iki ay sonra cevap geldi.
Hollanda ile Türkiye arasındaki diplomatik ilişkileri kopuş noktasına getiren 11 marttaki olaylardan sonra kaleme aldığım mektuba cevap veren Hollanda Başbakanı Mark Rutte, sabuna suya dokunmadan kaleme aldığı bu mektupta sadece savunma yapmış ve sonrasında da, benim hatırlatmama değinerek, 400 yıllık dostluğun devam etmesini dilemiş.
Başbakan Rutte, 400 yıllık ilişkiler ile ilgili kitabımı aldığını ve memnuniyetle okuyacağını da belittiği mektubunda, Dışişleri Bakanımız Çavuşoğlu’nun uçağına iniş izni verilmeyişinin ve Aileden Sorumlu Bakanımız Fatma Betül Sayan Kaya’nın sınır dışı edilişinin nedenlerini anlatmaya çalışmış.
Tabii ki ben bu anlatımdan hiç de memnun olmadığımı belirtmeliyim.
Zira ben mektubumda, olayların nedenlerine değil, çözümüne çare aramak gerektiğini belirtmiştim. Hollanda’da yaşayan Türk kökenlilerin rahatsızlıklarını dile getirmiş olduğum mektubumda, ‘Madem ki siz daha demokrat ve daha medenisiniz, o halde siz inisiyatifi ele alın ve tolerans göstererek bu sorunu çözün’ anlamında ifadeler kullandığım mektubum, böylece ‘Dağ fare doğurdu’ misali gümbürtüye gitti.
Altta, Başbakan Rutte’ye özel mektupla birlikte gönderdiğim tüm dökümanları bulacaksınız.
Amsterdam Üniversitesinde, Politika ve Uluslararası Hukuk Yüksek Öğretim üyesi Av. Geert-Jan Alexander Knoops ve Utrecht Üniversitesi’nde İnsan hakları Hukuku Yüksek Öğretim Üyesi Ton Zwart’ın iddialarıdır.
Haberin Türkçesi şöyle:
Hollanda, Türk politikacıları ret ederek Uluslararası hukuk kurallarını çiğnemiştir Türk Bakanları Hollanda’ya sokmamak için geçerli bir neden yoktu Türkiye ile Hollanda arasındaki ilişkiler, sadece siyasi alanda değil, hukuki alanda da bozuldu. Dışişleri Bakanı Çavuşoğlu’nun uçağına iniş izni verilmemesi ve Aile bakanı Kaya’nın istenmeyen yabancı ilan edilmesi, 1961 Viyana Diplomatik İlişkiler Anlaşması’na aykırıdır. Bu anlaşmaya göre, başka ülkelerin Bakanları Hollanda topraklarında serbestçe hareket edebilirler. Bu anlaşma bir ülkeye, yabancı Bakanlar’ın girişine önlem aldırabilir ama, bunun yapılabilmesi için olağan dışı gerekçelerin olması lazım. (örneğin devlet sırlarının açığa çıkarılması ve casusluk gibi) Yabancılar yasasına göre, Hollanda’nın ulusal güvenliğine tehdit oluşturan ve Hollanda’nın uluslararası ilişkilerine zarar verecek olanlar ‘istenmeyen yabacı’ ilan edilebilirler. Ama, Bakan kaya’da olduğu gibi, onların konuşmalarını imkansızlaştırma hakkı yoktur. Anlaşıldığı üzere, Bakan Kaya’nın beraberindeki iki kişinin, ellerinde diplomatik pasaportları olduğu halde tutuklanmaları da Uluslaraarası hukukun ihlalidir. 20013 yılında, o zamanın Dışişleri bakanı Frans Timmermans’ın başı ağrımıştı. Zira Hollanda adliyesi, sarhoş bir şekilde çocuklarını dövmekte olan Rus diplomat Dimitri Brodin’in evine girmişti. Ne var ki, onun diplomatik konumu, evine girilmesine izin vermiyordu. Bu durumda Timmermans’a Rusya’dan özür dilemekten başaka yapacak şey bırakmıyordu. Hollanda hükümeti, Türk pasaportu da taşıyan Hollandalılar’ın, yapılacak olan referaandumda ‘evet’ oyu kullanılması çağrısı konusunda taraf olmuştu. Bu çağrıya önlem almak için Türk Bakanları ülkeye sokmamak için geçerli bir neden yoktu. Ayrıca, fikir özgürlüğü ve toplanma özgürlüğü de ihlal edilmişti. Avrupa İnsan Hakları Anayasası’na (EVRM) göre, bir kişinin konuşma özgürlüğü kısıtlanamaz. EVRM, politikacıların milliyetine bakmaksızın haklarını daha gçlü bir şekilde korumaktadır. Başbakan Rutte’ye göre, Türk Bakanlar’ın Hollanda’ya girişi, Hollanda toplumu içinde, başka ülkelere ait politik kampanyalar yapılması için yer olmadığı için önlenmiştir. Ama 2013 yılında, zamanın Başbakanı David Cameron’a, Brexit-referandumu için Lahey’de izin verilmişti. Üstelik, Hollandalı politikacılar da dış ülkelerde faaliyet göstermişlerdir. Tıpkı, İşçi Partili Bakan Ploumen’in New York’ta yaptığı gibi. Ve bir başka ülke, Hollandalı bir politikacının konuşmasına mani olursa, Hollanda devleti hemen harekete geçiyor. Zamanın Dışişleri Bakanı Maxime Verhagen, 2009 yılında, Geert Wilders’in Birleşik Krallığa girmesine izin verilmemesi üzerine, İngiliz meslektaşına itirazda bulunmuştu. Wilders o zaman, parlamentoda galası yapılacak olan Fitne filmi için gitmişti. (Wilders’in ülkeye girme kararı İngiliz mahkemesinden çıkmıştı) Belediye Başkanı Aboutaleb, önce Türk başkonsolosun residansının bulunduğu caddenin, sonra da Başkonsolosluğun bulunduğu sokakların kapatılması emrini vermişti. Belediye yasaları böylesi bir olağanüstü hale izin veriyordu. Ama, bunun için bir kargaşa ortamının kesinliği var olmalıydı. Ama Belediye Başkanı, gerekçe olarak, sosyal medyadan çağrı yapıldığını ve yığınların da buna kulak verdiğini gösterebildi. Ama bu yeterli bir neden değildi. Çeşitli grupların kargaşa çıkaracaklarına dair bir belirti yoktu. Böyle bir ortam olsaydı dahi, polisin oradaki görevi, Türk politikacıların konuşabilmeleri için önlem almak ve muhtemel karşı gösterilere mani olmaktı. Hollandalı politikacılar, Cumhurbaşkanı Erdoğan’a, kendisini daha da diktatör yapacak olan referandumun başarılı olmaması için podyumları kullanamamasını istiyorlardı. Kaldı ki, diktatörler referandum yapmazlar. Anayasa ve uluslararası hukuk şartları, bu gibi hakları korumaktadır. Anayasa, hükümeti, uluslararası hukuk kurallarına uymasını emrediyor. Bu olayda Hollanda bu yükümlülüğü yerine getiremedi.
Hollanda’nın Zaandam kentinde 23 Eylül 1992 tarihinde doğan ve futbol yaşamına burada başlayan Oğuzhan Özyakup, Hollanda Türkler’nin gurur kaynağı oldu.
Hollanda’daki futbol yaşamını amatör ligde sürdürürken dikkatleri çeken Özyakup, Alkmaar ve Zaandam kulüplerinin birleşmesiyle kurulan AZ takımına girme başarısını gösterdi.
AZ’de oynarken futbol dünyasının da dikkatini çeken Oğuzhan, 2008 yılında bu kez İngiltere’nin Arsenal takımına transfer oldu.
2012 yılında Beşiktaş’a transfer olan ünlü futbolcu, gerek Beşiktaş’ta ve gerekse Türk milli takımındaki başarılı futbolu ile çok sevildi.
Ligdeki devre arası tatilinden yararlanarak Hollanda’ya gelen Özyakup’u burada büyük bir sürpriz bekliyordu. Hollanda’daki Beşiktaşlılar Derneği’nin başkanlığını yapan Aykut Torunoğulları ile Zaandam kentini yönetenler bir araya geldiler ve Oğuzhan için onur verici bir ödül tasarladılar.
Futbol sevgisi çok büyük olan Zaandamlılar için yapılan bir mini futbol sahasına ÖZYAKUP adı verildi.
Futbol sahasının açılışına, Oğuzhan Özyakup ailesiyle birlikte katılırken, daha önce Zaanstad, Tilburg ve Groningen Belediye başkanlığı yapan ve Willem II adlı birinci lig kulübünün , divan kurulu üyesi olan Ruud Vreeman ile birlikte pek çok taraftar ve gurbetçimiz katıldılar.
Hollanda Beşiktaşlılar Derneği Başkanı Aykut Torunoğulları, yapılan tören sırasındaki konuşmasında, ”Kaptanımızın adına yakışır bir saha oldu. Emeği geçenlere sonsuz teşekkürlerimi sunuyorum. Bu sahadan Hollandalı gençler gibi, Türk gençleri de yararlanacaktır” dedi.
Beşiktaş’ın kaptanı Oğuzhan Özyakup ise, kendisi için hazırlanan bu sürpriz karşısında şoke olduğunu ve bundan büyük bir mutluluk duyduğunu belirtti.
10 yıldır Hollanda’da yaşayan, Modern Müzik’ten Caz’a kadar birçok müzik tarzını, Halk ve Klasik Türk Müziği ile harmanlayan ünlü müzisyen Mehmet Polat’ın, ilk büyük solo ud albümü ‘Ageless Garden’ı bu günlerde piyasaya çıkacak.
Yaptığı ve katıldığı değişik müzik grupları ve projelerde Turkiye, Arap cografyası, İran, Hindistan, Afrika ve Latin Amerika kokenli muzikleri kendine özgü yöntemlerle birleştiren, aslen Urfa, Kisas Köyü’nden olan Polat, Rotterdam Konservatuarı’nda Hint Müziği bölümünde yüksek lisans yaptı.
Dünyanın birçok ülkesinde konserler veren Polat’ın, çalışmalarını Youtube (www.youtube.com/user/mehmetpolat), Soundcloud (soundcloud.com/mehmetpolat) ve kendi websitesi www.mehmetpolat.net’te görebilirsiniz.
Polat, Enstrümantal olan bu albümünde, en değerli on parçasını, misafir solist ve eşlikçi sanatçı arkadaşlarıyla, ve de kendi uduyla yorumladı. Bu albüm, Polat’ın 20 yıllık ud icra tecrübesinden sonra çıkardığı, içinde çok büyük emekler verdiği değerli bir albüm oldu.
Müzik hayatını Hollanda’da sürdüren udi Mehmet Polat, son 4 yıldır ud, ney ve kora sazlarını buluşturdugu trio grubuyla bilinmekteydi.
Klasik Türk müziği ve halk müziğini dünya sahnesine taşıyan Mehmet Polat, hayranlarını müziğin büyülü dünyasında bir araya getiriyor ve büyük beğeni topluyor.
Yetenekli genç bir udi olan Mehmet Polat, daha önce kimsenin kullanmadığı yeni bir sol el tekniği geliştirdi.
Sürekli yeni arayışlarla müzik dünyasına farklı bir soluk getiren Mehmet Polat, uduna iki bas teli ekleyerek udun kapasitesini muzikteki kullanim alanını genişletti.
Geliştirdiği tekniği ve uda ekledigi teller sayesinde Mehmet Polat yeni kuşak ud icracıları için çok önemli bir mihenk taşı bırakmış oluyor.
Mehmet Polat’ın albüm tanıtım konseri, 21 Şubat Çarsamba aksamı 20.30’da Amsterdam – Podium Mozaiek’te yapılacak.
Merhaba değerli okurlar,
Bu yazımda, “Dilini kaybeden, Kimliğini de kaybeder” konusunu ele alacağım ve bu iki konuyu mümkün olduğu kadar bir arada değerlendirmeye
çalışacağım, sizinle beraber, birlikte düşüneceğimiz, ele alacağımız konu, tesadüfen seçilen bir konu değildir.
Bu konu, 1960’lı yılların ortasından itibaren çözülemeyen ve halen çözüm bekleyen, Avrupa’nın çeşitli ülkelerinde yerleşik düzene geçen Türk’lerin ‘Anadili ve Eğitimi’dir. O bakımdan, dil deyince, elbette, her şeyden önce, dilin tarifini yapmak gerekir. Hepimizin bildiği gibi dil; İnsanın doğup büyüdüğü aile ve soyca bağlı bulunduğu toplum çevresinden öğrendiği, bilinç altına inen ve kişilerle toplum arasındaki ilişkilerde en güçlü bağdır. Diğer bir tarifle; kişinin önce annesinden ve ailesinden, daha sonra da sosyal çevresinden öğrendiği, şuur altına yerleşen ve onun toplumla kendi arasındaki bağlarını oluşturan bir iletişim aracıdır.
Son yıllarda hakim kültürün etkisinde kalanlanların, aileden ve okuldan yeteri kadar destek alamamasından dolayı gençlerimizin Anadillerinin yok olmaya yüz tuttuğunu hepimiz yakından biliyoruz, hepimiz yakından tanıyoruz.
Dil sadece insanlar arasında iletişimi sağlayan bir iletişim aracı değil, aynı zamanda da yeni neslin geleceğine de yön veren kültürün bir parçasıdır, temelidir. Kültür, toplumların, yaşama biçimidir. İnsanın benliğinin, kimliğinin ve kişiliğinin temelleri aile ortamıyla başlar, öğretimle gelişir. Anne, baba ve çevremizden öğrendiğimiz türküler, ninniler, yemekler, giyim, kuşam, folklor ve daha nice bir çok değer kültürün bir parçasıdır ve bu saydıklarımız, Anadil sayesinde geleceğe taşınmaktadır. Bu da dilin sadece günümüz için değil geleceğimiz adına da önemli olduğunu gösterir.
Anadilin toplum içi iletişimi sağlaması ve kültür taşıyıcılığı yapmasının yanında birey olarak insanın düşüncelerini en derin duygularla ifade edebilmesi, hayatı anlamlandırması, anlatması ve bireyi hayata özgür bir fert olarak katması açısından düşünüldüğünde anadilin bireysel ve toplumsal olarak ne denli önemli olduğu görülmektedir. Anadilimizi yeni nesillere akratamazsak, yaşatamazsak, dilimizi bozarız, kültürümüzü yok ederiz, dinimizi kaybederiz, milletimizle olan bağı koparmış oluruz. Sonunda kültürün helaki, neslin helakini getirir diye düşünüyorum.
Günümüzde Batı Avrupa’da var olan ‘İslamofobi ve Türkofobi’ korkusuyla birlikte Türklerin yaşadıkları bir çok sorun içinde en önemlisi işsizlik ve kimlik bunalımıdır. Gerek aileden, gerekse sosyal ortamdan destek alamayan gençlerimizin anadili eğitimindeki yetersizliği de eklenince hakim kültürün vermiş olduğu tesirle, o kültürün diliyle konuşmaya, düşünmeye ve onlar gibi davranmaya başlıyorlar. Dahası kendi dili etrafında toplanamayan, o dil ile düşünemeyen, ağlayamayan, sevinemeye, yaşayamayan ve ölmeyi
beceremiyenlerin Türk toplumundan giderek uzaklaştıklarını ve yalnızlığa itildiklerini gün geçtikçe üzülerek görmekteyiz. Dolayısıyla bu sorunla karşı karşıya olanlar yalnız gençlerimiz değil, onların ana-babaları, akrabaları, hasılı bütün Türk toplumudur.
Hakim kültürün içinde yaşayan Türklerin, güzelim Türkçemizi nasıl hor kullandıklarını, dilimizi öğrenmeden yetiştiklerine her gün şahit olmaktayız. Bu kabahatin, kendini eğitemeyen ana-babaların ve kurumsallaşamayan Türk dernek ve cemiyetlerinin suçu olduğunu söyleyebilirim. Belki, toplumun her ferdinin bu konuda üzerine düşen sorumlulukları vardır; ama her şeyden önce, tabii olarak, ailede kitap okuma alışkanlığının olmayışı, cemiyetlerimizin Türkçe
ve edebiyatla alakalı faaliyetlere yeteri kadar ağırlık veremediklerini
söyleyebilirim.
Günümüzdeki teknolojik gelişmelere bağlı olarak iletişim araçlarının yaygınlaşması dil ilişkilerini hızlandırmıştır. Dilimizin ve kültürel kimliğimizin yok olmasını ve bozulmasını hızlandıran günümüzün sosyal değişmelerinden birisi de, kitle haberleşme, ve medyanın etkileridir. Facebook, watsapp gibi sosyal haberleşme araçlarının önemli bir payı ve rolü vardır. Haberleşilirken, kısa mesajlaşmalar ve imla kurallarına dikkat edilmemesini söyleyebiliriz.
Türkçeyi anadili olarak konuşan insanların yaşadıkları ülkenin zorlamaları neticesinde, okulların dışında ve aile ortamlarında iki dili karıştırarak konuştuklarına sürekli rastlamaktayız. Selamlaşmayı, vedalaşmayı ve teşekkürü bile çoğunlukla yaşadıkları ülkenin diliyle yapmaktadırlar. Genelde ikinci, üçüncü ve dördüncü nesil artık, düşündüğünü de Türkçe’nin dışında düşünüyor. Okuldan ve aileden yeteri kadar Türkçe öğrenemiyor ki! Yani her şey o ülkenin diliyle, yani rüyaları bile o dille görüyorlar. Türkçe, sadece ebeveynleri tarafından konuşulan bir dil onlar için.
Avrupa’da anadilimizi yaşatmak için, artık birilerinden bir şeyler beklemeden. Türkçe dil enstitüleri kurulmalıdır. Avrupa başkentlerinde açılan Yunus Emre Enstitüleri, Türk dernekleri, cemiyetleri ve camilerinin bünyesinde Türkçe sınıflar oluşturulmalıdır. Uzman öğretmenler tarafından Anadili ve kültürü derslerine ağırlık verilmelidir. Türkçe şiir ve kompozisyon yarışmaları yapılmalı, gençler ödüllendirilmelidir. Onların Türkçe kitap okumaları teşvik edilmelidir. Ailelerin eğitilmesi ve bilinçlenmesi sağlanmalıdır.
Sonuç olarak: Hakim kültürün ve dillerin tesiri altına giren, ondan etkilenen kişilerin kendi kültürleri yavaş yavaş kaybolacak, anadillerini kaybedeceklerdir. Onun için dilimize sahip çıkmalıyız. Çünkü dilini kaybeden insanlar kimliğini, kültürünü ve dinini de kaybeder, kimliğini kaybeden insanlar da her şeyini kaybeder. Bu nedenle hayatımızda korumamız gereken değerlerin en başında dilimiz gelmelidir. Dilimizi korumak ve yaşatmak içinde çokça kitap okumalıyız, çocuklarımıza da okutmalıyız. Bir millet dilini kaybederse kültürünü kaybeder, kendisinden her hangi bir iz kalmaz. Asimile olur, unutulur…
Türkiye’de ‘O Ses Türkiye’ adlı şarkı yarışması programında 2017 sezonunun en çok dikkat çeken isimlerinden biri olan Dodan Özer, her programında dinleyenleri kendine hayran bırakarak yarı finale geldikten sonra finalde de birinciliği kazanmıştı. Yarışmanın ilkinde Ali Ekber Çiçek’e ait “Haydar Haydar” isimli parçayı seslendiren Dodan, jüri üyelerini kendisine hayran bıraktıktan sonra, seçimini şarkıcı Hadise’den yana kullandı. Çalışmalarını Hadise ile birlikte sürdürdüğü sırada, Hadise’nin paylaştığı bir fotoğraf yüzünden günün en çok konuşulan ismi olan Dodan Özer için, ‘Hadise ile aşk mı yaşıyor?’ sorusu doğmuştu . Kaldı ki Hadise’nin o sıralarda adı Hakan Sabancı ile anılıyordu.
Aslen Muşu olan Dodan Özer, 1979 yılında doğdu. İstanbul’da hayatını sürdüren Dodan bir süre İzmir’de yaşadı. 1997 senesinde Murat Öztürk ile Dodan Project adında müzik grubu kurdu. Müzik hayatına daha çok genç yaşlarda başlayan Dodan Özer, güçlü sesiyle büyük hayran kitlesi oluşturdu.
O Ses Türkiye’ye ilk kez “Haydar Haydar” isimli parçayla katılan Dodan,
6 yıldır programda şampiyonluk elde edemeyen Hadise’yi ve kendini şampiyon yaptı.
İşte, kendisinden sitayişle söz edilen bu DODAN, 14 Ocak pazar günü saat 15.30’da Zaandam’daki Zaantheater salonunda hayranları ile buluşacak.
Zondagmiddag 14 januari om 15.30 uur geeft de Turkse zanger Dodan Özer met zijn 4-koppige band een Concert der Verbinding in het Zaantheater. Dodan won afgelopen april het zeer populaire tv-progamma The Voice of Turkey. Zoals hij vele muziekgenres met elkaar verbindt, zo wist hij met zijn optreden alle Turken met elkaar te verbinden. Dodan komt voor het eerst naar Nederland en geeft een exclusief concert in het Zaantheater.
Dodan komt naar Nederland op initiatief van actrice en cabaretière Funda Müjde, samen met concertorganisator Ajda. Funda was zeer onder de indruk toen ze Dodan hoorde: ze was ontroerd en ze werd weggeblazen door zijn stem. Dodan mixt muziekgenres als jazz, blues, rock en new age met Turkse en Koerdische liedjes en vormt ze om tot nieuwe, eigen muziek. Hij verstaat de kunst om traditionele, klassieke volksliederen in een nieuw jasje te steken. Jong of oud, liefhebber van klassiek, jazz, pop of wereldmuziek: Dodan weet iedereen te raken met zijn muziek en bijzondere stem.
Kaarten voor Dodan (vanaf 11,50 euro + 3,50 euro voor drankje en garderobe) zijn te koop via www.zaantheater.nl. De kaartverkoopbalie in het theater is van dinsdag tot en met vrijdag van 13.00 tot 17.00 uur geopend en bereikbaar via tel.: 075- 6 555 333.