Bu yazı yorumlara kapatılmıştır.
16:58 - AK Parti’de yönetim kurulu üyeleri belirlendi
13:48 - Gaytancıoğlu:”ÖNCE BUĞDAY, SONRA AYÇİÇEĞİ ŞIMDİ DE ÇELTİKTE HAYAL KIRIKLIĞI FİYATI
13:43 - Belediye üniversiteye başlayacak genç kızlara ücretsiz kıyafet dağıtıyor
22:48 - İpsala Gümrük Kapısı’nda olay… Valilik açıklama yaptı
22:11 - Polisi görünce kaçtı ama yakalanınca üzerinden tabanca çıktı
22:39 - Keşan Belediyesi Eylül Ayı Meclis Toplantısı Gerçekleştirildi
Turizmde ‘yükseliş rekoru’ kırdığımız bu dönemde, maalesef çok şımarmaya başladık. Bu şımarıklık, hemen olmasa bile, zamanla büyük bir çöküşe neden olabilir.
İsterseniz önce, yapılmakta olan şımarık hareketlerimizden söz edelim.
Turizm Days com’dan Serdar Bayraktar bakın neler diyor:
‘’Son dakika satışları ile yoğunlaşan Antalya bölgelerinde, son 1 aydır uğraştığımız birkaç örnek vermek istiyorum:
1.- Alanya taraflarındayız ; otelin durumu ifade edilecek gibi değil. Her yer pislik içinde, asansör bozuk, yemekler misafirler tarafından beğenilmiyor, AI konseptini beğenmeyen müşteri Otel müdürü ile tartışıyor ve sonrası olaylar bir Boks maçına dönüyor. Müşteri ve otel Müdürü yumruklaşıyor. RTL de bunu güzel paketleyip yayınlıyor.
2.- Yine Alanya tarafındayız… Otel müdürü ve sahibi otelde ruhsatsız içkiden tutuklanıyor, ertesi gün otele silah ve bıçaklarla saldırı oluyor, Personel de döner bıçakları ile karşılık veriyor. Müşteriler de dehşet içinde ya seyrediyor yada kaçışıyor.. RTL henüz haber yapmadı…
3.- Bu sefer Side’deyiz ; Otel yönetimi Arife günü bir acenteye kızıyor ve konfirmeli odaları keyfi bir karar ile ( yabancı misafirleri) sokağa atıyor ve müşteriler neye uğradıklarını şaşırıyorlar. Tüm resmi makamlara şikayetler yapılıyor ama …
Bunlar yaşanan olayların sadece birkaç tanesi, bunun yanında overbook’ları ( doluluk nedeniyle alınamayan yolcular) vs. saymıyorum bile.
Otellerde yaşanan tatsız olayların çoğu, eğitilmemiş personel ile turistler arasındaki diyalolardan kaynaklanıyor
Başlıkta yazdığım gibi, aslında ‘Türk turizmini daha ileriye götürmek adına neler yapmamız gerekir, nereye hangi yatırımları yapsak faydalı olur’ diye projelere kafa yormamız gerekirken veya sadece yapmamız gereken normal günlük işlerimizi eksiksiz yapmamız gerekirken, böyle utanç verici olay ve sonuçları ile uğraşıyoruz.
Neden oluyor bunlar?
Çünkü hizmet sektöründe çalışan insanlarımız sorumluluklarını bilmiyorlar. Eğitimsiz kalifiyesiz personel çalıştırırsan ve de Patron ve Genel Müdür olarak da hiçbir vizyonun yoksa, bizler daha çok yazarız böyle olayları. Bu tür olayların ivedilikle önüne geçilmesi ve gerekli önlemlerin alınması şart. Otel denetimlerinden sorumlu tüm birimleri göreve çağırıyorum. Ancak düzenli bir denetim mekanizması hayata geçerse daha vahim olayların önüne geçebiliriz.
Ülkemiz, insanımız ve de ülkemize gelen misafirlerimiz bu tür olayları hak etmiyor ve bunları bize yaşatanların acilen gerekli cezaları almaları gerekiyor.’’
İşte, turizm uzmanı Serdar Bayraktar yukarıdakileri uyarı olarak yazmış.
Serdar kardeşimizin yazmadığı daha çok şey var. Otel dışında yaşanan rezaletlere de parmak basmak gerekir. Turisti ‘yolunacak tavuk’ yerine koyan satıcılar ve taşımacılar da bir felaket. Bu iş için kurulmuş olan özel çeteler cirit atıyor.
Turistleri genellikle ‘Yolunacak tavuk’ olarak kabul eden taksiciler ve satıcılar için önlem alınması kaçınılmazdır
Bir de her turist kadını dikilecek sanan serseriler var. Serseri dediğme bakmayın, kelli felli adamlar da var. Bunlar barlara çörekleniyor ve içeri giren turist kadınları yakın takibe alıyor. Çoğu bar sahipleri ile anlaşmalı hareket ediyorlar. İçeceklere uyutucu maddeler atılıyor. Baygın hale gelen turist kadınları en yakın ‘iş yapılacak’ yerlere götürüp saldırıyorlar. Daha sonra ayıkan turist kadınlar başlarına gelenleri öğrenince kahroluyorlar. Bazıları kurtulamıyor da bu belalardan…
Eğlence yerlerine rağbet eden turistler, genellikle çirkin tuzaklara düşürülmektedir
Özellikle Bodrum’da çöreklenen serseri gruplar, yalan, dolan ve sahte vaatlerle kızların peşini bırakmıyorlar.
Bu rezalete son vermenin imkânsızlığını görüyorum bile. Zira, saldırganlar arasına bir yığın güvenlik görevlisinin katıldığı duyumları çok kabarık.
Bakanlık, ‘Turiste 7 gün 24 saat hizmet’ diyor ama, turistler otel resepsiyon görevlileri ve taksicilerin işbirliği ile pahalı klinklere ve doktorlara götürülmektedir
Bir de turistlerin sağlık sorunu var. Küçük bir kaza geçiren veya hafiften hastalanan turistler, yine otellere yerleşmiş çeteler tarafından pahalı kliniklere taşınıyorlar. Bu iş için otel resepsiyon görevlileri ile taksi şoförleri bile işbirliği yapıyorlar.
Bir de tadilat sorunu var. Süper güzellikte yapılan otellerimizin çoğu eskimeye başlamışlardır, hatta eskimiştir. Bu otellerin acilen tadilata ihtiyaçları vardır. Genellikle işten anlamayan yatırımcılar tarafından yaptırılmış olan bu otellerin çoğu, kiralık olarak çalıştırılıyor. Yani yatırımcı hiçbir şeye karışmıyor. Ayrıca, otel sahibi olan yatırımcılar ile kiracılar arasında da ihtilaflar yaşanıyor. Ama öyle sıradan ihtilaflar değil. Korkutucu boyutlara varan ihtilaflar, çoğu zaman felaketle sonuçlanıyor.
Bu nedenle, otel işletmeciliği için ruhsat verilirken, işleticilerin nitelikleri iyice gözden geçirilmelidir.
Turkiye’yi ziyaret eden turist sayısı 50 milyona varacaktır elbette.
Ama bu şımarıklıklar ve çirkinlikler devam ederse ve bu durum dış medyada genişçe ele alınırsa, turist ziyaretinin bıçak gibi kesmesinden korkarım.
Yukarıda anlatılanları kim önleyebilecek acaba?
Valiler mi, Belediye Başkanları mı, Emniyet Müdürleri mi bilemiyorum.
Ama en iyi çarenin Cumhurbaşkanı olduğuna inanıyorum. Cumhurbaşkanı bu konuda kesin ve sonuç alıcı bir talimat verirlerse bu sorunlar çözümlenebilir.
Bacasız endüstri olan turizmin ayakta kalması isteniyorsa, turistlerin başına gelen çirkinliklerin önlenmesi lazımdır.
Bekleyeceğiz ve göreceğiz.
17 Ağustos 1999 günü meydana gelen Marmara Depremi, resmi bilgiye göre 17.480, resmi olmayan söylentiye göre 50 bin insanımıza mezar olmuştu.
Deprem sonrasında gittiğim o bölgeye girdiğim zaman, etrafa yayılan koku, sanki yüzbinlerce cesetten çıkıyor gibiydi.
O zaman kamplarda sefil halde yaşayan insanları ziyaret etmiş ve dertlerini dinlemiştim. Şikayetleri, görüştüğüm Gölcük Belediye Başkanı’na aktarmıştım.
Daha sonra, Hollanda’da yaşayan işadamı Ali Yavuz ile konuşmuştum. Ali Yavuz çok duyarlı bir hayırseverdir. O zamanlar sattığı telefon kartlarından bir pay hibe ederek, 500 bin guldene malolan 20 konut yaptırmış ve daha sonra bu konutları İskan Bakanı’nın huzurunda kura ile depremzedelere hibe etmişti.
Aradan 20 yıl geçti ama sanki dünmüş gibi içimiz hala yanıyor.
4 yıl önce Mersin’de 5 şiddetinde bir depremi yaşadığım zaman, 7,5 şiddetinde bir depremin ne derece korkutucu olacağını anlamıştım.
Allah yaşatmasın böyle bir acıyı…
Hollanda’nın Kraliçelerinden Juliana’nın kızı olan Prenses Christina, dün (16 Ağustos 2019) 72 yaşında hayata gözlerini yumdu.
Hollanda’ya ilk geldiğim zaman kendisine aşk mektubu yazdığım Christina’nın ölümüne, tabii ki Hollandalılar kadar ben de çok üzüldüm. Sonuçta benim, tek taraflı sevgililerimden biriydi Christina.
Bakınız, Yavuz Nufel’in kaleme aldığı ve başta Hürriyet gazetesi olmak üzere pek çok medya organında yayınlanan hayat hikâyemde bu konuda ne yazılmıştı:
‘Karaçay’ın yaşam öyküsünde hoşa giden nostaljik kesimler boldur.
Bunlardan biri de, Karaçay’ın Hollanda’ya gelişinin akabinde, o zaman Kraliçe olan Juliana’nın küçük kızı Prenses Christina’ya yazdığı mektup var. Karaçay bunu da şöyle anlatıyor.’
‘1967 yılında Hollanda’ya yeni gelmişim. Televizyonlarda ve gazetelerde sürekli olarak Prenses Christina’dan söz ediliyordu. İlk bakışta güzel bir kıza benziyordu. Oturdum bu güzel (!) kıza mektup yazdım. Özellikle güzel gözlerine hayran olduğumu yazdım ve evlenme teklifi yaptım. Ama büyük bir hata yapmışım. Kraliçe Juliana doğum sırasında menenjit hastalığına yakalandığı için, doğan kızı Christina’nın gözleri bozuk (şası) olmuş. Ben de buna hiç dikkat etmediğim için O’nun güzel gözlerinden söz etmişim.
Bu konuda sadece Kraliyet Enformasyon Dairesi’nden bir mektup aldım . Mektupta, benim mektubumun prensese aktarıldığı belirtilmişti.’
Christina, Kübalı bir yabancıyla evlendi ama sonradan boşanmıştı.
Van’ın Erciş ilçesinde geçirdiği trafik kazasında hayatını kaybeden Bakan Yardımcımız Prof. Dr. Ahmet Haluk Dursun’dan güzel bir anı:
Prof. Dr. Ahmet Dursun, Topkapı Sarayı Müdürlüğü yaptığı dönemde makam odasını, avizeye yuva yapan kumrulara terk etmişti.
Haluk Dursun yaşananları şöyle anlatmıştı:
Aslında bu olayı emekli olup, köşeme çekildikten sonra yazmayı düşünüyordum. Çünkü biliyordum ki, ben yine çenemi (kalemimi) tutamayarak zülf-ü yâre dokunacağım…
Ama o dönemde yaşananları anlattığım bir dostum çok ısrar etti, “bunu mutlaka yazman lazım” dedi. Ben de hikâyenin içinde hem bürokratik bir zihniyet hem de gerçek bir aşk hikâyesi bulunduğu için saray tarihine bir kayıt düşürmeye karar verdim…
Kimse ısrar etmesin isim vermeyeceğim.
Topkapı Sarayı’nda müdürlük yaptığım dönemde, makam odamda otururken bir kumrunun açık pencereden girerek avizenin etrafında uçtuğunu gördüm. Hiç kımıldamadan seyretmeye başladım.
Kumru sanki tavaf eder gibi odanın her tarafında dolaştı, avizenin üzerine kondu, bir süre oturdu. Sonra geldiği gibi uçup gitti. Biraz sonra yanında başka bir kumru ile tekrar geldi.
Bu sefer sanki bir ev (saray) sahibi edasıyla onu gezdirdi. Yeni geleni elinden, (kanadından) tutar gibi aldı ve avizenin içine oturttu. Bir süre koklaştılar. Sonra uçup gittiler.
Ertesi gün ikisi birlikte ağızlarında dal parçacıkları ile geri geldi ve avizenin içine bir yuva kurmaya başladılar. Yuva bir kaç gün içinde kuruldu.
Ben olup biteni hiç ses çıkarmadan izliyordum. Dişi kuş yumurtlama hazırlığı yapıyordu.
Galiba onlar da beni izliyordu ki, hiç tedirgin olmuş gibi görünmüyorlardı. Buna karşılık dışarıdan odaya başka birisi girince, hemen ürküp pencereden kaçıyorlardı. Baktım olmayacak, makam odamı onlara bırakıp hemen karşıda bulunan küçük bir odaya geçtim.
Bir gün televizyon çekimi için Topkapı Sarayı’na gelen gazeteci dostum rahmetli Savaş Ay,
“Hocam niye bu küçücük odada oturuyorsun” diye sordu.
“Ben hâlden anlarım, bir kumru arkadaşım sevgilisine, ‘ben seni saraylarda yaşatacağım’ diye söz vermiş, insan yuva kurana yardımcı olmaz mı” dedim.
“Hocam ne olur göster şu yuvayı bana” dedi ve kapıdan odadaki yuvanın fotoğrafını çekti.
Ertesi gün beni Ankara’dan arayan arayana…
“Derhal makam odası açılsın, kumruların yuvası dağıtılsın, saray bakımsızlıktan perişan olmuş görüntüsü verilmesin” dediler.
Meğer Savaş Ay haber yapmış bizim kumru hikâyesini…
Hemen aradım, “üstad sen ne yaptın” dedim.
“Hocam bu kadar güzel malzeme (haber) buldum, yazılmaz mı Allah aşkına” dedi. “Gazetede sabah toplantısında anlattım, herkes ayağa kalktı ve seni alkışladı” diye ilave etti.
“Sadece gazete değil, Ankara da ayağa kalktı sayende” diye cevap verdim.
Şimdi ne yapacaktım? Çifte kumrulara kol kanat gerip onların saadetlerini korumaya mı çalışacaktım, yoksa odayı kullanıma açarak bir yuvanın dağıtılmasına mı neden olacaktım?
Bir şekilde, ya ben makamı, ya da o kumrular makam odamdaki yuvalarını kaybedeceklerdi.
Akşama kadar Bakanlıktan beni aramayan kalmadı…
“En azından yumurtadan yavru kuşlar çıksın, uçup gidene kadar bekleyelim” diye düşündüm.
“Ben yuvayı almam, siz beni görevden alın isterseniz” dedim.
Ertesi gün yuvaya bakmaya gittim ki ne göreyim, yuva yerinde duruyordu ama kumrular yoktu.
Yuva yerinde durmasa, “birisi kuşları ürküttü, kovaladı” diyecektim. Halbuki yuva yerli yerinde duruyordu. Kumrular sanki durumu hissetmiş ve sessizce çekip gitmişlerdi. Bir daha da hiç gelmediler.
Ben daha sonra Topkapı Sarayı’ndan Müsteşar ve Bakan Yardımcısı olarak Ankara’ya gittim.
“Kuşların yuvası dağıtılsın, makama sahip çıkılsın” diyenlerin ise hiçbirisi Bakanlıkta makamlarında kalamamıştı.
Muhakkak ki, biz de bir gün bu makamlardan uçup gideceğiz. Kuşlar ise hep sevmeye, uçmaya ve yuva kurmaya devam edecek.
Haluk DURSUN
Kültür ve Turizm Bakan Yardımcısı
Allah rahmet eylesin.
Yukarıdaki fotoğrafa gözünüz takıldığı zaman, kimlere baktığınızı sanırsınız?
Bir spor kulübü mensuplarına mı?
Ya da bir aile fotoğrafına mı?
Yoksa bir grup taraftara mı?
En iyisi ben sizi fazla yormadan söyleyeyim:
Baktığınız fotoğraftakiler, Hollanda Bakanlar Kurulu’nda yer alan Bakanlar ve Devlet Müsteşarlarıdır.
Hepsi kot pantolonlu ve lastik ayakkabılı.
Peki bu giysileri ile neyi anlatmaya çalışıyorlar dersiniz?
‘Biz halk ile iç içeyiz ve halkın bir parçasıyız’ mı demeye çalışıyorlar?
Tabii ki bu konuda görüş farklılıkları olacaktır.
İçimizden bazıları, ‘Bu gayri ciddi bir görüntüdür ve saygısızlıktır’ diyebilirler.
Bakanlar Kurulu tabii ki kravatlı ve takım elbiseli olarak da poz veriyor
Bazıları neyi gayri ciddi ve saygısızlık olarak görür biliyor musunuz?
Sahneye çıkan kişilerin, düzgün kostüm yerine kot pantolon ve lastik ayakkabı ile görünmelerine…
Bazılarına göre, sahneye çıkanlar, kendilerini özel olarak izlemeye gelmiş olanlara veya ekranlara bakanlara karşı saygılı olmalılar ve güzel kostümler giymeliler.
Şimdi siz değerli facebook arkadaşlarıma soruyorum:
Bu konularda siz ne düşünüyorsunuz?
Yeri geldiği zaman, örneğin yemin ederlerken kravatlı kostümler içinde gördüğümüz parlamenterlerin, parlamentonun açılışından önce toplandıkları bir oteldeki serbest giysi anlayışına ne diyorsunuz?
Hem de Bakan olan fotoğraftakilerin bu görüntüsünü samimi mi buluyorsunuz, yoksa gayri ciddi mi?
Not: Serbest kıyafetli fotoğrafta el sallayn kişi, Hollanda Başbakanı Rutte’dir.
Sözü edilmişken, istersen casual giyim konusunda da bir şeyler yazalım.
Google amca sağolsun, ne arasan bulursun.
Arayıp bulmak kolay da, allayıp pullamak da bir beceri tabii…
Kelime anlamı günlük olan casual, giyimde karşımıza business casual ve smart casual olarak çıkmaktadır. Peki nedir bu casual giyim?
Günün stresinde, koşuşturmasında ve yoğunluğunda hem kendinizi rahat hissetmenizi hem de şık görünmenizi sağlayacak parçaları bir araya getirerek oluşturulan giyim tarzına casual giyim denilmektedir. Bu moda anlayışında kadınlar ve erkekler doğal, rahat ve şık bir şekilde karşımıza çıkmaktadır. Business casual tarzı, spor pantolonların rahat ceketlerle kullanılması, resmi toplantılarınızı muntazam ve doğal atlatmanızı sağlar. Smart casual tarzında da günlük hayatta kullanılan parçalar doğru kombinlerle farklı ve doğal bir tarz yaratmaktadır.
Bu rahat ve günlük şıklık nasıl ve hangi renklerle yakalanabilir?
Günlük kullandığınız giysileri detaylandırarak ve kombin renkleri bir araya getirerek şık bir casual giyim tarzı yakalamak hiç de zor değildir. İlk ve sonbahar aylarında toprak tonları (haki yeşil, bej, kahverengi vs.), kış aylarında koyu renkler (lacivert-taba, siyah-krem), yaz aylarında ise canlı ve sıcak renkler (kırmızı – beyaz, mavi ve yeşil tonları) en iyi renk tercihleri arasındadır. Bu renk tercihleriyle bir toplantınıza; spor bir ceketle spor bir pantolonu bir araya getirerek ceketinizin cebine geleneksel bir yaka mendili ile hem özenli hem de şık bir görüntü yakalayabilirsiniz. Ya da basic bir tişörtü küçük bir fularla beraber kullanmak kurtarıcılarınızdan biri olabilir.
Kombin yapılırken nelere dikkat edilmelidir?
Spor ceketler, kanvas pantolonlar, fular ve yaka mendilleri, basic ve geleneksel görünümlü tişört ve bluzlar bu giyim tarzının vazgeçilmez parçaları arasındadır. Jean pantolonlar her ne kadar iş hayatında pek kabul görmeyen parçalar arasında olsa da koyu renkli olanları spor ceketlerle kullanmak hem makul bir seçim hem de dikkat çekici bir tarz oluşturabilir. Casual giyimde ayakkabıların spor ve rahat olması önemli bir yer tutarken düz renk sneaker ayakkabılar ceketli kombinlerinizde şaşırtıcı bir tamamlayıcı haline gelebilir. Hem şaşırtıcı hem de cazip ve şık. Bu bahsettiğimiz ayakkabı rahatlığının cazibesi, tamamen, erkekleri kundura ve klasik ayakkabılardan, kadınları ise topuklu ayakkabılardan kurtarmasıdır. Casual giyim tarzında aksesuarlarda salaş tercihler, deri bileklikler, doğal taşlardan oluşturulmuş takılar sempatik ve natürel tamamlayıcılar olabilir. Doğal, rahat ve şık görünmek için hemen şimdi gardırobunuzu gözden geçirme vakti. Kendi günlük şıklığınızı kendiniz yakalayabilirsiniz.
İki yıldır üst üste yaşanan sıcakların yarattığı kötü gelişmeler, ‘Sıcaklık dünyadaki yaşamı sona erdirecek mi?’ sorusunu gündeme getirdi.
Hollanda gibi bir Kuzey Avrupa ülkesinde kış yaşanmıyor artık…
Geçtiğimiz kiş aylarında Hollanda’ya çok kar düşmedi. Toplamda üç günlük kar yerde hiç kalmadı.
Geçen yıl yaşanan kuraklık ise, Hollanda’yı can evinden vurdu. Ülkedeki yeşillikler sarardı. Yerdeki su seviyeleri metrelerce aşağıya düştü. Yani, bir metre kazılınca su fışkıran Hollanda topraklarında, şimdi üç metre de kazsanız su yok.
Su seviyesinin azalması sadece çiftçileri değil, atmosferi de bozdu. Kirli hava (Smog) ile mücadele başladı.
Bu şekil sulamalar yasaklandı. Yasağı ihlal edenlere yüksek cezalar kesiliyor
Geçen yıl olduğu gibi bu yıl da aşırı sıcaklar devam etti. Hava sıcaklıkları 42 dereceye kadar yükseldi. Şu anda ağustos ayının sonuna gelmemize rağmen, birkaç gündür hava sıcaklıkları 32 dereceye yükseldi. Sıcağa hiç alışık olmayan yaşlı Hollandalılar arasında ölenler bile var.
Peki, insanlığa bu kadar zorluk yaşatan sıcaklar için Hollanda hükümeti ne yapıyor dersiniz?
Halka, ‘Suyu az kullanınız’ tavsiyesi yapıldı. Çiftçilere, yer altından motor ile sulama işlemini yasakladı. Bu kurala uymayanlara yüksek cezalar kesiliyor. Çiftçiler helikopter ve dronlarla kontrol ediliyor.
Sıcaklığın, dünyadaki yaşamı sona erdireceği korkusuyla hareket eden Hollanda’da bunlar yaşanıyor. Bakalım diğer ülkeler bu konuda ne gibi önlemler alacaklar.
Hollanda’nın sosyal demokrat eyilimli ikinci büyük gazetesi ‘de Volkskrant’, yayınlamış olduğu bol fotoğraflı iki sayfalık bir haberinde, ‘Ne şiş yansın ne de kebap’ hassasiyeti ile, Türkiye’de Yahudiler’e düşmanlık beslenmediğini açık bir dille belirtirken, ‘Türkiye’de Yahudiler dikkat çekmemeli’ görüşü ile çifte standartlı davrandı.
Rob Vreeken imzalı haberin güzel fotoğraflarını Joris van Gennip çekmiş.
Haberi yazan Rob Vreeken, Türk toplu içindeki fikir ayrılıklarını iyi analiz etmiş ama, toplumdaki dini ve siyasi davranışların sahiplerini anlatamamış.
Eski Başkonsolosumuz Orhan Ertuğruloğlu, hiç üşenmeden bui ki sayfalık haberi sabırla tercüme etti. Bakınız Hollandalı gazeteci neler yazmış:
Türkiye’de Yahudiler, serbestçe sokakta dolaşabiliyor. Başlarına hiçbir şey gelmiyor. Öte yandan herkesin gözü Yahudiler’in üstünde. Çünkü ülkede o kadar koyu bir antisemitizm (Yahudi düşmanlığı) var ki, bu durumu artık herkes kanıksadığı için, Yahudi düşmanlığı göze batmıyor.
Türkiye’de Yahudi Düşmanlığı (antisemitizm) konusunda iki görüş var.
Birinci görüşe göre, Türkiye’de antisemitizm yok..
Bu görüş şöyle: 16 bin kişilik Yahudi cemaati, Müslüman halkın arasında sorunsuz yaşıyor. Yahudier, korkmadan sokakta gezebiliyor ve kimse onları rahatsız etmiyor. Yahudiler’e ayrımcılık yapılmıyor. Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan düzenli olarak Antisemtizm’e karşı konuşmalar yapıyor ve ‘Yahudi yurttaşların kılına dokunan gününü görür’ şeklinde nutuklar atıyor.
Bir başka hikaye var ki, aşırı solcuların bir kesimi, aşırı milliyetçiler ve İslamcılar, ülkede onyıllardır habis ve aşikar bir ‘antisemitizm’ kışkırtıcılığı yapıyorlar. Yahudi düşmanları, dünyada ne ters gitse, sebep olarak Yahudiler’i gösteriyor. Adolf Hitler posterli şampuan reklamlarına omuz silkilip geçiliyor ve 1940’lardan bu yana Mein Kampf’ın Türkçe çevirisi kırktan fazla baskı yapıyor.
Taban tabana çelişen her iki görüş de doğrudur.
İstanbul’un göbeğindeki Galata Kulesi’nin yanındaki sokakta, Yahudi düşmanlığından eser göremezsiniz. Şehirdeki on dokuz sinagogdan en ünlüsü Neve Şalom’un önünden turistler ve Türkler salına salına geçiyor. Sinagog’da sadece cumartesi günleri ayin var. Ama bitişiğindeki Yahudi Müzesi her kese açık. Fotoğraflar, giysiler, kullanılan eşyalar, dini malzeme ve yazılı levhalar, Yahudiler’in Türkiye’deki beş yüz yıllık tarihini anlatıyor. Tevrat rulolarının saklandığı “ehal” dolabının önünde Sinagogun Kırmızı perdesi gerili.
Müze Müdürü Nisya İsman Allovi, ‘Eskiden sadece yabancılar geliyordu. Şimdilerde Türk öğrencileri de çekmeye çalışıyoruz. Çünkü hiç bir şeyden haberleri yok. Türkiye’de ne kadar Yahudi yaşar? Sorusuna bazılarından dört milyon cevabı alıyorum’ şeklinde konuşuyor.
Allovi’ye göre, bu bilgisizliğin uygun bir açıklaması da var: Türk Yahudileri’ne ‘sindirilmiş azınlık’ diyemezsiniz. ‘Günlük yaşamda hiçbir sorunla karşılaşılmıyor. Tipik Yahudi görünümlüyüm. Fakat bu benim için hiç sorun olmadı. Okulda, sınıf arkadaşlarım Müslümandı. En iyi kız arkadaşlarım da Müslümandı.’
Haftalık Yahudi dergisi Şalom’un baş redaktörü Ivo Molins şöyle diyor: ‘Şunu samimiyetle söyleyeyim ki sokakta, devlet dairelerinde, devlet memurlarının bize karşı tutumlarında fiili bir ‘antisemitizm’ ile karşılaşmıyoruz. Kanunlar karşısında diğer yurttaşlarla eşitiz. Müslümanlarla aynı haklara sahibim. Yetmişli yıllardan beri Yahudiler’e karşı yapılan bir eylem görmedik.’
Tüm bunlar, Türkiye’de Yahudi Cemaati’ne karşı fiziki bir tehlike yoktur anlamına gelmesin.
15 Kasım 2003 tarihinde, İstanbul’da patlayıcı yüklü iki kamyon, Neve Şalom Sinagogu’na ve bir diğer Yahudi İbadethanesine daldı. 23 kişi öldü, 300 kadar insan yaralandı. Bu eylemlerden sonra artık Neve Şalom’un girişi eskisi gibi tahta değil, demirden panzer kapıyla korunuyor.
Saldırının faturasını “antisemitzm”e çıkarmak yanlış. Eylemi, El Kaide’nin aşırı kanadı üstlendi.Tüm Türkiye, şoke olmuştu. O günden sonra Yahudi toplumu diken üstünde.
Allovi: ‘Ne zaman İsrail-Filistin bunalımı tırmansa, polis güvenliği artırıyor.’
‘İsrail’ konusunu ise ‘antisemitizm’den farklı bir bağlamda ele almak lazım.’ Türkiye’de Yahudi Düşmanlığı herkesin malumu. Bu olguyu, Türk Yahudileri konusunda dizilerle kitap yazmış 70 yaşındaki Yahudi yayıncı ve tarihçi Rıfat Balı’dan daha ayrıntılı belgeleyen kimse yok.
ANTİSİYONİZM
Burada izlenen iki rotadan biri , ‘atisemitizm’i, ‘antisiyonizm’ kılıfıyla yutturmak. Hassas bir konu. Zira, İsrail yandaşları, İsrail’i eleştirenlere karşı ‘antisemitzm’ kartını oynuyor. Siyonizm karşıtları ise, sürekli, Yahudiler’e karşı hiçbir düşmanlığım yok diyor. Rıfat Balı da Türkiye’deki komplo teorileriyle, Yahudi düşmanlığını birbirinden açık seçik ayırmanın zor olduğunu ileri sürüyor.
Balı, örnekler vererek, özellikle Gazze’de, İsrail ile Hamas arasında şiddetin tırmandığı dönemlerde, Türkiye’de İsrail’e karşı duyulan nefretin aşırı mecralara döküldüğünü açık seçik ortaya koyuyor. Türk eylemciler tarafından 2010 yılında Gazze’ye yardım götüren gemiye İsrail zor kullanarak engel olduğunda, cumhurbaşkanı Erdoğan’ın da tahrikiyle duygusallık en üst düzeye çıkmış.
Balı’ya göre İsrail, basmakalıp Yahudi düşmanlarınca haksız yere suçlanmış. Diğer taraftan ne İsrail halkının, ne de Türk Yahudileri’nin, Netanyahu yönetiminin eylemlerinden ötürü suçlanmaması gerektiğini de belirtiyor. Resmi söylem ise, yıllardır Türkiye azınlıkları koruyan hoşgörülü bir ülkedir ve Yahudilerimiz herkes gibi Türk vatandaşıdır sözleriyle bitiyor.
Gel gör ki cemaat, bunun karşılığında bir bedel ödüyor. Yahudiler’in göze batmaması gerekiyor. Balı, İstanbul’un tekstil semti Osmanbey’deki bürosunda, ‘Yahudi liderlerin stratejisi, düşük profil gitmek. Siyasi sorunların dışında kalmaya çalışmak.’ diye konuşuyor. Nitekim yahudi Müzesinde asılı bir levhada da ‘Yahudiler her zaman sözleriyle ve davranışlarıyla yaşadıkları ülkeye sadakatlarını kanıtlamışlardır’ yazıyor.
Türk hükümetiyle varılan zımni bir anlaşmada, Ermeni sorunu önemli bir rol oynuyor. Yahudi cemaati, İsrail hükümeti gibi, Ermeniler’in, topluca katli için ‘soykırım’ ifadesini kullanmayı reddediyor. Balı, ‘Yahudiler için bir tek soykırım vardır. Ermeni Soykırımı ifadesini kullananlar yalancıdır. Böylelikle Yahudiler, uluslararası alanda kendilerini, Türkiye’nin propagandasına alet etmiş oluyor.’ diyor.
Düşük profil, kamusal alanda da geçerli. Yahudiler, dini kimliklerini öne çıkarmamak zorunda. Takkeyle dolaştıkları takdirde, soru işaretlerine, manidar bakışlara ve İsrail aleyhinde can sıkıcı yorumlara muhatap olabiliyorlar. Bu nedenle Balı, gazeteci olarak, Avrupa’daki Yahudiler’in şikayetlerine tepki duyuyor.
‘’Türkiye ile Avrupa kıyaslanamaz. Avrupa’da Yahudiler, sokakta takke ile gezebilir.İsrail’e destek gösterisi düzenleyebilir. Burada mümkün değil. Türk Yahudisi, alenen Siyonistim diyemez. Yarın İstanbul’da yüz kadar Türk Yahudisi İsrail’e destek için sokağa çıkmaya kalksa, yer yerinden oynar.’’
Türk Yahudileri, İsrail konusunda atacakları her adıma son derecede dikkat etmek mecburiyetinde. Molinas, Haftalık Şalom dergisinde bunu görüyor. İki ülke arasında ticaret son derece canlı olsa da, Türkiye-İsrail ilişkileri her zamankinden daha soğuk.
Molinas nesnel kalmaya çalışıyor: ‘İsrail’in, Gazze’de orantısız güç kullandığını yazıyoruz. Fakat İsrail’in güç kullanma nedeni, Hamas’ın füze saldırıları. En ufak bir bahane bulsalar bize -kindar Yahudi- damgası vuruyorlar. Her iki tarafa yaranamasak da, durumu idare etmeye çalışıyoruz.’
Bu konuda tarihçi Balı, o kadar da iyimser değil. Yahudi toplumunun liderlerini ve Şalom dergisinin izlediği çizgiyi şiddetle eleştiriyor. Ona göre, dergi de, liderler de, tavır koymaya cesaret edemiyorlar. Bunun çok nedeni olsa da, tabandan korktuklarından İsrail’e karşı tavır koyamadıkları gibi, Türk tarafının gazabından çekindiklerinden, İsrail’e destek de veremiyorlar.
Bu nedenle Yahudi liderler şizofren bir durumda. Dışa karşı İsrail’e destek vermekten kaçınıyor, kendi içlerinde ise İsrail’i eleştirmekten korkuyorlar.
SOYUT YAHUDİ
Hepsinden önemlisi, İsrail’den bağımsız olarak, Türkiye’de, Yahudiler’den duyulan korku ve nefret, ‘antisemitizm’in başka bir şeklini oluşturuyor. Balı, buna ‘Soyut Yahudi İmajı’ diyor. Amerika’nın, büyük bankaların ve diğer karanlık güçlerin işbirliği yaptığı evrensel bir komplonun başrol oyuncusudur Soyut Yahudi İmajı. Komplo teorileri müptelası Türkiye’de bu düşünce biçiminin uzun bir tarihçesi vardır.
Şimdilerde durum o kadar kötü olmasa da, Balı’ya ve Molinas’a göre, Yahudi Düşmanlığı (antisemtizm) kokan komplo teorileri, Türk gazetelerinin ortak malzemesidir.
Molinas: ‘Bazen Yahudi düşmanı olduklarının bile farkına varamıyorlar’; Balı ise: ‘Yahudi düşmanlığı o kadar adet haline gelmiş ki, kimse artık bunu fark edemiyor’ saptaması yapıyorlar. Sosyal Medya da bu temayüle yeni bir dinamizm kazandırıyor.
Balı’nin deyimiyle: ‘Medyayı, film endüstrisinin ve finans dünyasını elinde tutan Amerika’daki Yahudi Lobisi, İsrail çıkarlarına hizmet eder şeklindeki komplo teorilerinde, Siyonistler figüran oluyor. Çoğunlukla Yahudi adı söylenmese de, Yahudi Karşıtlığı gizlense de, bu ‘antisemitizm’ olmuyor mu? sorusunu soruyorsunuz.
‘Perde arkasındaki gizli güce, genellikle -Üst Akıl- diyorlar. Molina’a göre bu -Üst Akıl- her şeyi kontrol ediyor. Ekonomi çuvallasa, faili Üst Akıl’
Şurasını vurgulamakta yarar var: ‘Antisemitizm’ dendiğinde, bundan Türkiye’deki Yahudiler kastedilmiyor. Balı: ‘ Sayıları azaldığından Yahudiler korumaya alınmış hayvan muamelesi görüyor. Buna hatır, elli yıl öncesine nazaran, orduda bir- iki Yahudiyi üst rütbeye terfi ettiriyorlar ama birçok Yahudi, zaten asker olmuyor’.
Balı’nın kitabında, son yıllarda rastlanan Yahudi Karşıtı bir olay yok. 2003 yılında iki Sinagog’a yapılan saldırı ve aynı yıl öldürülen Yahudi diş doktoru dışında.
Bu olayları, 2002 yılında iktidara gelen Erdoğan’ın AK Partisine yıkmak doğru değil. Yahudi Düşmanlığının Türkiye’de, çok uzun bir tarihçesi var ve komplo teorileri de hem sol, hem aşırı sağ milliyetçilerin mutfağından çıkma.
Son yıllarda, Türk Yahudi cemaati liderlerine daha bir güven geldi. Öyle de olsa ‘antisiyonsit’ şimşekleri üzerlerine çekmek istemiyorlar. Herşey, sözümona hoşgörü örtüsü altında kayboluyor.
Balı: ‘ Yahudi düşmanlığı-antisemitizm- eski hastalık. Bunu kabul etmedikçe, çözümü yok. Herhangi bir soruna çözüm üretmek için, önce öyle bir sorun olduğunu kabul etmek lazım.”
SAFARAT YAHUDİLERİ
Yazının altında Türkiye’deki Safarad yahudilerinin tarihçesi yer alıyor. O da şöyle:
Türkiye’de Safarad Yahudileri’nin tarihi.
Türk Yahudileri’nin büyük bir kısmı, 1492 yılında İspanya’dan ve Portekiz’den kovulan Safarad Yahudileri’nin ahfadıdır. Uzun yıllardan bu yana, artık kaybolmaya yüz tutan Ladino dili konuşur. Ladino, kadim bir İspanyolcadır.
Türkiye’den 30 bin kadar Yahudi, İsrail kurulduktan sonra, bu ülkeye göç etti. O zamandan bu zamana Yahudi toplumunun sayısı azala azala 16 bine indi. Bunların çoğu İstanbul’da yaşıyor.
Son yıllarda Türk Yahudileri, genellikle Batı ülkelerine göç ediyor. Göçen genç Yahudi ana-babaların çoğu çok iyi eğitimli.
Bazıları İberik Yarımadasına gidiyor. Beş yıl önce İspanya ve Portekiz, tüm Yahudiler’e pasaport alma hakkı tanıdı. Bu hak,1492 yılında Yahudiler’in kovulmasına karşılık,bir nevi tazminat oluyor.
Türk Yahudileri’nin üçte biri, Türk Pasaportu yanında İspanyol veya Portekiz pasaportu hamili. İber yarımadasından tüm Avrupa Birliği ülkelerine geçmek mümkün.
Bu bültenin adresinize gönderilmesini istemiyorsanız, buraya tıklayabilirs